20 Aralık 2010 Pazartesi


Ben doğmadan önce arkamda sınırsız bir zaman vardı. Ben öldükten sonra da bitip tükenmeyecek bir zaman! Yaşarken hiç düşünmezdim bunları; ışıklar içinde yaşayıp giderdim, iki karanlık zamanın arasında...Mutluydum, mutluymuşum; şimdi anlıyorum
 -B.A.K.-

benim adım kırmızı

Benim Adım Kırmızı

Bir kitabı bitirdikten sonra hissedilen tatlı mutluluğun içerisindeyim.
Orhan Pamuk 'en iyimser romanım' diye tanımlamış her demecinde bu kitabı. Bu cümleyi her okuyuşumda, bunun anlamını çözmeye çalışır ve 'tipik bir reklam işte canım' der geçerdim.
Kitabı bitirdiğimde anladım ne demek istediğini. Hadi sonunu söylemeyeyim ama ilk defa mutlu bir son görüyorum Orhan Pamuk kitabında. İnsanda hafif bir tebessüm. O karakterlerin birbirine bağlanması ve bu zamana kadar bir hikaye olarak okuduğun o kitabın son satırlarında gerçekle bağdaşmasının verdiği bir hayret.

Ölümle başlayan, mutlu sonla biten ender kitaplardan.
Hani biraz da İhsan Oktay Anar tarzından. Müptelası çoktur bilirim, o yüzden bu yazarı zikrettim.
Yazımı okuduktan sonra kitabı okuma arzusu uyandıysa içinizde, yazım hedefe ulaşmış demektir.
Lakin zevkle açık açık dile getirmek isterim.
Orhan Pamuk, "gariptir, zor yazar, fikirlerini beğenmiyorum" filan demeyin. Önyargınızı bir kenara itin.
Alın okuyun.
Ha kalındır, küçük puntolarla yazılmıştır, tasviri ve osmanlıca kelimeleri boldur, kabul ediyorum. Lakin azimle ilerleyin, kitabın içinde çok hoş bir hikaye bekliyor sizi...

********
 Kitap gerçekten güzel. Etkilendim. Hatta okumuş ve bitirmiş olmaktan dolayı mutluyum.
Ancak, belki içinde bulunduğum duygularım, kitabın ilk cümlelerinden de esinlenmem sebebiyle, hafif şakacı tavrımı da takındığımın altını çizerek kısacık bir deneme tasvirledim. Üzerinde durulmasın. Sadece merakımdan dolayı böyle birşey hayal ettim ve yazdım. Herkese iyi okumalar dilerim...

********



Şimdi ben öldüm. Bu dünyayı terk ettim. Hep gitmek isterdim ya uzaklara. Gittim bu sefer.
Son nefes ya da veda hep hüzünlüdür ya. İyi ya da kötü insan olman da değildir sebep. Öyle, 'son' hep bir melankoloji içerir. Ya da alışkanlık, varlığın yokluğa gidiyor. Gidiş. Güle güle demek bile neden olabilir. Ya da o neden gidebildi de ben gidemedim anlamına da gelir. Şansına, kaderine bağlı bir şeydir. - kim hangisine inanıyorsa -

Ölüler üzülmez mi? Üzülüyormuş meğer. Bu bir heyecan yaratıyor insanda. Herkesin merak ettiği bir deneyimdir. Sonrası mistiktir. O mistisizmi keşfediş. farklı bir yolculuk. Belki de ilk defa uçağa bindiğim an gibi. Çok korkuyordum ama korku bir aksiyona dönüşüyor. Ya da helikoptere binişim. Onun gibi.

Öldüm, bedenimden ayrılıp hafifçe yükseliyorum yukarı doğru. İki melek kollarımdan kaldırıyorlar beni. şaşkın bir tebessüm yüzümde. Etrafıma bakıyor, üzülüyorum. Ben öldüğümün daha farkında değilim. Ama ağlayanları görünce anlıyorum bir gariplik olduğunu. Tanıdığım, kimini çok sevdiğimin kimini sevip sevmediğimi bilmediğim bir sürü yüz var aşağıda. Üstünün tamamen örtüldüğü bedenimin etrafındalar.

Ağlamayın! Ben iyiyim. Siz de iyi olun, aklım sizde kalmasın.

Haydi hoşçakalın...

19 Kasım 2010 Cuma

Lüsyen'den bir bölüm...

Nazım Hikmet ile Abdülhak Hamid Tarhan'ın karşılaşması...

(Kitaptan)

Haziran 1929 tarihli Resimli Ay dergisinde 'Putları Yıkıyoruz' başlıklı bir kampanya başlatıldı.
Fikir, dergide "her gün iki liraya iki bin kötü satır okumaya mecbur olan adamdan", yani düzeltmen Nazım Hikmet'ten çıkmıştı.
Resimli Ay'ın 'Eserlerinizi nasıl yazarsınız' anketine ünlü yazarların verdiği cevaplara kızmıştı Nazım...
Verilen karşılıkları okurken hemen karşısındaki masada oturan Sabiha Sertel'e "Bunların hangisi milli edip?" diye sormuştu. "Kimi tek konu olarak dış alemi biliyor, kimi içinde yaşadığı burjuva çevresinin çürük tiplerini işliyor. Bu memlekette halk yok mu, işçi köylü yok mu? Gerçekleri görmek istemiyorlar. Bu putları yıkmak lazım."
Derginin sahibi Zekeriya Sertel de bu fikre katılınca bir yazı serisi başladı.
(...) Kampanyanın ilk hedefi 'Şair-i Azam' Abdülhak Hamid'di.
Yazıda Nazım Hikmet'in kaleminden çıkıp imzasız yayınlanan şu satırlar vardı:
"Dahi-i Azam'ın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin; bakın dahinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor.
"Abdülhak Hamid Efendi Dahi-i Azam değildir. Azam'ı bir tarafa bırakalım, dahi olma özelliğine bile sahip değildir. (...)

Kampanya beklendiği gibi edebiyat aleminde büyük infial ve tartışma yarattı. Hamdullah Suphi küfürle karşılık verdi. Yakup Kadri kampanyayı 'harp yıllarında samanla karışık hamur yiyen neslin dejenere olması'yla açıkladı. Hatta bir grup üniversiteli derginin sahibi Sertel'in ofisini bastı.  (...)

Hamid yıkılacak putlar listesinde bir numaradaydı. Ve ilk balyozu genç neslin en iddialı kalemi vurmuştu.
Ne garip! O da vaktiyle kendinden önceki 'mumyalar'ı yıkarak gelmişti. Bugünün balyozlanan putlarından Yakup Kadri, o günlerde Hamid için ne demişti:
"Ey mumyalar kalkınız; sizin çürüdüğünüz bu mahzenin içinde yeni bir adam doğdu. Açın kapıları, kaldırın şu ağır kapağı; yeni adam bütün bir cihan önünde sizin trajedinizi tek başına oynayacak."
Yeni adam o günden sonra hep hürmetle omuzlara alınmış, nadiren eleştirildiğinde de kendisi aldırmamış, olgunlukla susmuş, hatta bazen hak verir görünmüştü.
Eskimeden önce o da 'eski'nin hücumuna uğramış, ancak mecbur kaldığında öfkesini mandar bir beyit ile ifade etmişti:

Yayımı asmadan evvelce ben attım okumu,
Bunu inkar ediyorlarsa yesinler şairin b.....u

(...)

'Ben deniz kızı Eftelya değilim!'

Diğer 'put'lar öfkeyle ayağa kalkarken herkes 'Şair-i Azam'ın ne tepki vereceğini merak ediyordu.
Hamid herkesi şaşırtan ama kendisine yaraşan bir hamle yaptı. Nazım'ı bir müddet sonra evine yemeğe davet etti.
Şimdi şaşırma, bocalama sırası Nazım'daydı.
Efsaneye göre tam o aralar, bir gece kapısını çalan Kadıköy Karakolu'ndan bir polis, uyku sersemi Nazım'a "Cumhurreisi Hazretlerinin Dolmabahçe Sarayı'nda kendisini beklediğini" söylemiş ve hemen giyinmesini istemişti.
Çünkü o gece huzurda açılan şiir sohbetinde Nazım'ın adı 'asrın en büyük şairi' olarak anılmış, Gazi de bu genç şairi merak edip sofrasına çağırmıştı. Lakin Nazım muhalifti. Bu tür emrivakilere boyun eğmekten hoşlanmazdı. Gelen polise "Paşa'ya benden selam söyleyin" demişti. "Ben deniz kızı Eftelya değilim."

Söylenene bakılırsa bu tersleme Dolmabahçe'ye ulaştığında Gazi sinirlenmemiş, tersine "Aferin çocuğa! İşte şair dediğin böyle olur" diye takdir beyan etmişti.

İşte bugünlerde Hamid'den gelen yemek daveti yeni bir ret cevabıyla karşılaşacak sanıldı.
Ama Nazım bu kez farklı bir tepki verdi.
"Mustafa Kemal'in davetini kabul etmedim. Ama bir şairinkini reddedemem."
Ve Maçka Palas'a gelip Hamidlere misafir oldu.

Gidenle gelenin tarihi buluşması

Kendisini kapıda Lüsyen karşıladı. Onu önce salona, sonra itina ile hazırladığı sofraya buyur etti. Gidenle gelenin tarihi buluşmasıydı bu.
Hamid, kendisine kafa tutan gence anlayışla yaklaştı: "Putları kırmakta haklısınız" dedi. "Ben de edebiyat hayatına atıldığım zaman sizin yaptığınız gibi, putlara savaş açmıştım. Divan edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında yeni hamleler yaptık. Biz onları yıktık, siz de bizi yıkacaksınız. "
Nazım hayretler içindeydi.
Hamid ona yazmakta olduğu büyük piyesten parçalar okudu. Ama daha da etkileyici bir jest sıradaydı:
Nazım'ın bir şiirini ezberden okudu.
Nazım, ezberinde Hamid'in tek bir şiirinin bile olmamasından utandı. Karşısındaki adamın devrilmesi gereken bir put değil, açık fikirli bir devrimci olduğuna inandı.
Dönüşte merakla bekleyen arkadaşlarına "Hamid büyük adam" dedi.
"Burjuva ama büyük şair. Uzun boylu olduğu için redingotla adeta bir İngiliz lorduna benziyordu. Hele gözündeki monoklu ha düştü ha düşecek diye ödüm patlıyordu. Beni mükemmel bir salona götürdüler. Avizeler XIV. Louis stili bir salon takımı... Kendimi sarayda sanıyordum. Bir sofra... bir sofra... Londra'dan getirtilmiş İskoç viskileri, çeşitli içkiler, masanın bir ucundan öbür ucuna kadar çeşitli mezeler... Ben sofrada mahcup bir çocuk gibiydim. Abdülhak Hamid sanat sohbeti açtı. Sanat tarihini, çeşitli edebiyat mekteplerini, şiirde, edebiyatta, tiyatroda meydana gelen değişimleri öyle bir anlattı ki, karşısında cehaletimi hissettim. Fakat ben de ona onun bilmediklerini, realist sanatı anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi. Toleransına hayran oldum. Oysa ben çetin tartışmalar yapacağız sanmıştım."

27 yaşındaki Nazım, ayrılırken hürmetle Hamid'in elini öptü. Öpmekle kalmadı, Akşam'da Orhan Selim imzasıyla 'Öptüğüm el' başlıklı bir yazıda, "Hamid'i şimdi anlamaya başlıyorum. Onun yürek derisini yüzerek bu sert kabuğun içinde tutuşan alevle gözlerim yeni yeni kamaşıyor" diye yazdı...

“Lüsyen’in arşivi gelirse kitabı baştan yazacağım” (milliyet söyleşi)


Can Dündar:“Hamid’in Atatürk için yazdığı şiirlerinde eski şiirlerinin tadı yok. Anıda, hatta mektupta rol yapabilirsiniz ama şiirde hayır. Bir insanın sevmediğine güzelleme yazması çok zordur. İkisi de birbirine mesafeli bence. Ama devrimlere inanıyor ve destekliyor.”
Şair-i Azam Abdülhak Hamid-Lüsyen Hanım aşkının romanını yazan Can Dündar: “Belçika’da bir tavan arasında Hamid’in Lüsyen’e yolladığı bazı mektuplar var. Gerçek Hamid o mektuplarda...”
Zannetmeyin ki, Lüsyen Hanım’la Abdülhak Hamid’in aşkını anlatan 550 sayfalık “Lüsyen” romatizmin doruklarında bir öykü. Belki öyle başlıyor. Kız
18 yaşında, adam 60...
Kız her şeyi bırakıp geliyor adama, evleniyorlar, adam ona Osmanlı’nın görkemini yaşatıyor. Buraya kadar iyi. Sonra Lüsyen bir İtalyan kontun peşinden gidiyor, onunla evleniyor. Hamid de razı geliyor bu evliliğe. Bu arada Lüsyen’le Hamid’in arasındaki tutku dolu mektuplaşma devam ediyor. “Efendiciğim”le başlayıp “Babacığım”la devam eden mektuplar...
Bu arada imparatorluk devriliyor, cumhuriyet kuruluyor. Hamid iki devrin de adamı olabiliyor. Aslında o bir anti-kahraman, sevemiyorsunuz.
Kitabın yazarı Can Dündar’la söyleşide Lüsyen konusunda ters düştük.
O, Lüsyen’in çıkarları peşinde Hamid’le kaldığını düşünüyor. Ben ise ona bunca şeye mal olan bir adama ancak gerçek aşkla bağlı olacağına inanıyorum.
İsterse dünyanın en güzel şiirlerini yazsın; gittikçe huysuzlaşan, hayatında her daim birden fazla kadına yer açan bir adamı sevmeye devam etmek kolay iş değil.
1966 yılında yapayalnız yaşadığı evinde, yatağının önünde ölüsü bulunduğunda baş ucunda Abdülhak Hamid’in fotoğrafı ve çerçevelenmiş şiirleri duruyordu.
“Lüsyen”, Can Dündar’ın iğneyle kuyu kazarak var ettiği, aşkın tariflerini zorlayan bir yaşamın kitabı.


18 yaşında bir genç kız, 60 yaşında Şair-i Azam... Birbirlerinden hoşlanmak için çok sebepleri var. Ama bu ilişkiyi sürdürmek için yeterli sebepleri var mı sizce?Ben de böyle baktım başta ama bu bakış açısı biraz oryantalist: 18’lik Avrupalı kız, bizim yaşlı Türk ile ne yapacak? Halbuki kızın babası bir kömür ocağında işçi şefi, Belçika taşrasından bir köylü kızı Lüsyen. 18 yaşının tazeliği var. Karşısındaki adam ise dünyayı fethetmiş. Koskoca Osmanlı’da şairlerin en iyisi. Lüsyen’e vaat ettiği, Osmanlı’nın başkentinde bambaşka bir hayat. Kolay kolay boşver diyemeyeceği bir teklif... Liege’de kalmayı seçseydi ben bugün “Lüsyen” diye bir kitap yazmazdım.

Kitabın adı neden sadece “Lüsyen”?Çünkü ben onun peşine takıldım. Baştan beri onun derdindeydim, hâlâ da uğraşıyorum. Kitap çıktı ama hâlâ bu sabah Belçika ile yazışıyordum. Çünkü Lüsyen’in arşivi Belçika’da bir tavan arasında duruyor. Ve ben o arşive ulaşamadan bu kitap çıktı diye perişan haldeyim.

 Ne var o arşivde?Hamid’in mektupları kayıp. Gerçek Hamid orada. Nedense resmi mektuplarını yayımladı, Lüsyen’e kendi mektuplarını yayımlattı ama ona yazdığı cevabi mektupları sakladı. Münevver Ayaşlı’nın anılarında küçücük bir paragraf gördüm. Diyor ki, Lüsyen ölmeden önce bu mektupları dönemin Belçika büyükelçisine emanet etti ve “Bunları kaçır” dedi. Kaçır dediğine göre o mektuplarda sakıncalı bir şeyler var.

“Bir devletin ve bir adamın iktidarsızlaşma serüveni”

Neden ulaşamıyorsunuz bu arşive?O büyükelçi ölmüş, çocukları da ölmüş... Uğraş didin, bir iz bulduk. Geçen ay birinin evinde Lüsyen’e ait kutular olduğunu öğrendik. Ben o tarihten beri “Durdurun, kitabı durdurun” havasına girdim. Fakat aristokrat bir aile, şatoda yaşıyorlar. Bir türlü o tavan arasına girip o kutuları çıkarmaya ikna edemedik. Kasım başında çıkaracaklarına dair söz aldık. Arşiv elimize geçerse kitabı baştan yazacağım. Eksik taşlar yerine oturacak.

Eksik taşlar demişken... Okur olarak bu hikayede hissettiğim en büyük eksiklik, Lüsyen ile Abdülhak Hamid arasındaki temas, yani seksti.Bilmediğim yerde durdum. Tahmin edersin ki çok güzel sahneler yazabilirdim. Ama bütün yazım serüvenim kendimi kamçılamaktan çok dizginlemek şeklindeydi. Ama şu kadarını yazdım: Bu kitap, tümüyle baktığınızda bir devletin ve bir adamın iktidarsızlaşma serüveni... Devlet böyle bir şairine sahip çıkamayacak kadar iktidar kaybına uğruyor. Hamid de sanıyorum ki iktidarsız bir adam. Muhtemelen tanıştıkları andan itibaren... Bu öykünün içinde seks olduğunu zannetmiyorum.

Gerçek olamayacak kadar platonik bir aşk mı bu? Acaba biz bugünün aşk anlayışından mı bakıyoruz diye düşünüyorum. İlişkiler çok içerik değiştiriyor. Bu kitapta benim de cevap aradığım sorulardan biri şu: İhtiyaç ve çıkarlar aşka dahil mi? Lüsyen şaşaalı hayatı seviyor, bu hayatı ona sunan bir adam. İçinde ten teması olmayan bir öykü aşka dahil mi?

“Hiçbir kurgu bana hakikat kadar büyük tat vermiyor”

Sizce dahil mi?Bunun aşk kalıbına girdiğini düşünüyorum. Aksi takdirde o ihtiraslı mektupları izah edemeyiz. Bu nasıl bir tutkudur? Bir kadın nasıl olup da önce “Efendiciğim” diye başladığı mektuplara sonraki yıllarda aynı şevk ve sevgiyle “Babacığım” diye devam edebilir? Bu öyküde “Babacığım” da aşka dahil...

O babacığım hitapları beni irkiltti. Bu nasıl bir “babacığım” bilmiyoruz. Kadın kocasının yanından yazıyor Hamid’e mektupları, onu evlerinde ağırlıyor. Yoksa bu başından itibaren bir baba-kız ilişkisi mi? Freudyen bir durum aslında. Bütün ipuçları var. Birisi bunun üzerine bir roman yazabilir! Hakikaten ben bunun romanını yazmayı çok isterim ama tuttum kendimi.

Neden gerçeğe hararetle sadık kalmak istediniz?Belgeselcilikten gelen bir çekingenlik... Hiçbir kurgu bana hakikat kadar tat vermiyor. İkincisi, yaşanmış bir şeye müdahalede bulunmak bana hepten yanlış geliyor. Bu konuda çok muhafazakarım.


“Hamid kadınlar mezarlığı üzerinde şiirler yazarak yürüyen bir adam”
Büyük bir aşk hikayesi bu. Ama hep Lüsyen’in aşkı olarak okudum. Hamid’in aşkına inandıracak doneler yoktu.

Bu, kadın bakış açısı. Çünkü kadın tek aşka inanıyor. Hamid ise diğer kadınlarla birlikte Lüsyen’e de âşık. Bu, haklı olarak, hiçbir kadının benimseyemeyeceği bir şey. Ama böyle bir erkek gerçekliği var. Hamid gibi erkek çok. Onun için kadın mülhime, yani ilham veren bir yaratık. Asla kadınsız kalamıyor ve tek kadının ilhamı yetmiyor. Gerçekten de zaman zaman kadın tamamen edebiyat için bir araç. Dönüp baktığımızda o kadınları tanımıyoruz ama o şiirleri ezbere biliyoruz. Edebiyat tarihi, büyük oranda kadın kanıyla yazılmıştır.

Siz Hamid’i sevdiniz mi?Ben şunu öğrendim hayatta; insanlar ayrı, eserleri ayrı... Hamid’de bir kadından vicdansızlık ölçüsünde istifade etmek var. Bir adam karısı ölüm döşeğindeyken onun ölümü üzerine yazdığı şiiri ona okur mu? Hamid okuyor. Beni kitapta en sarsan sahnelerden biri o oldu. Ama belki daha insancıl olsaydı “Makber” gibi bir şiiri yazamazdı. Şair dediğiniz, muhtemelen gözyaşı, kan, nefretin harmanından çıkıyor. Gözümde Hamid, bir kadınlar mezarlığı üzerinde şiirler yazarak yürüyen bir adam.

Sizin için hangisi öncelikli? İyi insan olmak mı, iyi yazmak mı?Galiba iyi insan olmak. En basitinden, bu kitapta ilkelerimden taviz vererek iyi yazar olmayı deneyebilirdim. Yapmadım. Çok ballandırarak bir gerdek gecesi sahnesi yazabilirdim ve kitap çok başka yere gidebilirdi. Çünkü gerdek gecesi bir kadının odasında iki erkek varsa bunun üzerine 40 kitap yazabilirsiniz. Orada tuttum kendimi. 


“Tek kadınlı hayata adapte olmayı samimiyetle isteyenlerdenim”
Bir erkeğin birden fazla kadını aynı anda sevmesi onun “iyi bir insan” olarak değerlendirilmesine engel mi?Bence hayır. Bu algılar, hepimiz biliyoruz ki dönemsel. Bunu 150 yıl önce konuşuyor olsaydık böyle bir soru olmayacaktı.

Neden? 150 yıl önce bir kadın sevdiği adam bir başka kadını daha seviyor diye üzülmüyor muydu?Üzülüyordu mutlaka ama “İyi insan mıdır değil midir?”i tartışmıyordu. Biz çok kadınlı erkek düzeninden tek kadınlı erkek düzenine geçen, pederşahi bir toplumun sancıları içinde bu soruları soruyoruz. Erkek milletine, kırbaçlaya kırbaçlaya “Sen olduğundan başka bir şey olmak zorundasın aslanım” demeye gayret ediyoruz. O da anlatmaya çalışıyor ki, “Benim dedelerimin dedeleri de, dedelerim de çok kadınlı yaşadı. Babam böyle yaşadı. Bana gelince durdu bu hikaye. Ben neden 1500 yıllık bu saltanatın en talihsiz halkasına denk geldim?”

Neredeyse acıyacağım.Acındırmak için söylemiyorum. Kadın için ne kadar incitici olduğunu biliyorum ama erkek için de nasıl bir travma olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kültürel genetiğinde böyle bir durum olan bir erkek, şu anda kendini yeni koşullara adapte etmeye çalışıyor ve zorlanıyor. Samimiyetle isteyeni var, rol yapanı var, yapamayanı ve yapmayanı var.

Siz hangisisiniz?Samimiyetle isteyenlerdenim.


“Kitap bitene kadar sakalımı kesmedim”“Bu kitapla “Hayatta ne yapmak istiyorum?” sorusunun cevabından biraz daha emin oldum. Temmuz ve ağustos kendime çok şaştığım aylar oldu. “Kitap bitene kadar sakalımı kesmeyeceğim” diye ahdettim. Sonunda kendimi görünce şaşırdım. Önceki yaz oturmuştum bilgisayarın başına. Geçen yaz da iki ay Bodrum’da neredeyse hiç dışarı çıkmadan yazdım. “Nihayet” dedim, “Asıl yapmak istediğim şeyi yapıyorum.” Evdekilerin de çok hoşuna gitti. İlk önce eşim okudu. Oğlum da şiir yazıyordu, onunla birlikte sabahladık. O bana, ben ona yazdıklarımızı okuduk.”

“Lüsyen Hanım’ın mezar taşı bile yok, ben yaptırmak istiyorum”“Çözemediğim konulardan biri de Hamid öldükten sonra Lüsyen’in İstanbul’da kalmaya devam etmesi. Hamid öldükten sonra Türkiye Lüsyen’i unutmuş gibi görünüyor. Müthiş bir kimsesizlik, cenazesinde kimse yok. Bir mezarı bile yok neredeyse. Lüsyen Hanım’ın mezarına kitap baskıya girdikten sonra gittim. İnanamadım. Sadece bir tümsek... Ne bir mezar yapılmış ne bir taş dikilmiş. Ben yaptırayım diye düşündüm. Bu kadınla iki yıldır birlikteyim ve ona bir gönül borcum var. Hamid’in mezarıyla onunkini karşılaştırınca bir kez daha gördüm ki, tarih kadınlara çok büyük haksızlık etmiş. O şiirlerin ne kadarı Hamid’e ait, ne kadarı Lüsyen’in katkısı, kimse bilemez.”

Lüsyen - Abdülhak Hamid Tarhan, Atatürk ve diğerleri...

O, Osmanlı döneminden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti devri dahil edebiyat ve siyasi çevreye hitap etmiş, şair-i azam sıfatıyla ünlenmiş 60 yaşındaki Abdülhak Hamid Tarhan'ın gönlünü çelen, 19 yaşında genç bir kızdı... Sadece gönlünü çeldi demek haksızlık, koca imparatorluk Hamid'in önünde eğiliyor, Hamid ise yalnızca onu dinliyor. Şair-i Azam'ın arkasındaki isim Lüsyen ve yaşadıkları sarsıntıların belgelerle birebir gerçekleri dile getirildiği benzersiz bir eserdir Lüsyen...

Bu 60 yaşındaki adam için ailesini, Brüksel'i yani vatanını, 19 yıllık tüm yaşamını feda ederek Türkiye'de yaşamaya karar kılmış bir isim. Sonradan ama köklü bir Türk olarak devam ettiriyor hayatını. Hamid'in 60 yaşından sonraki hayatına dahil ediyor bizi bu  kitap. Hamid Lüsyen'le 25 yıl yaşıyor. Sonra 85 yaşında gözlerini yumuyor. Lüsyen, Hamid olmasa bile, hatıralarının yaşadığı İstanbul'u terk etmiyor. Onun yokluğunda, derbeder, yalnız, parasız, güneşsiz bir şekilde nefes almaya devam ediyor. Kader'in ona biçtiği ömür süresi 77 yıl oluyor. O zamana kadar işte böyle bir şekilde varlık gösteriyor.

Bir aşk romanı mı, evet. İçinde dolu dolu bir aşk var. Ama tipik bir aşk değil. İçinde yüzlerce engeli olan, olmaz böyle şey dedirten bir aşk bu. Zaman zaman babacığım-kızım ilişkisine dönüşüyor, çoğunlukla Lüsyen kendisinden 40 yaş büyük bu adamı bir anne gibi düşünüyor. Tüm huysuzlukları, geçimsizliği, kadın düşkünlüğüne boyun eğiyor. Onu öyle kabullenip, öyle seviyor...

Lüsyen'in hayatına bir Kont giriyor bir dönem. Hamid, onun kendisinden uzaklaşmasından o kadar korkuyor ki, kıskançlığını gizliyor büsbütün, diyor ki; bir baba olarak seni ben evlendireceğim. Onu, eşiyle beraber de olsa hayatında  istiyor...

Bu bir ayrılık olmuyor lakin... Lüsyen bu evliliğe yalnızca 1 yıl dayanabiliyor. Ardından herşeyi bırakıp yine kavuşuyor Hamid'ine.. Bunlardan çok daha fazlası var romanda...

Bir aşk romanı ama sadece aşk yok içinde. Bu olayların yaşandığı dönem, Türkiye için de çok kritik bir zamanı işaret etmekte. Yıl 1912 Balkan Savaşları, Lozan, Sevr, Kurtuluş Savaşı... Ve Mustafa Kemal Atatürk. Abdülhak Hamid Tarhan'ın, Atatürk ile tanışması, ziyaretleri, sohbetlerine yer veriliyor... Daha önce duyulmayan detaylar var bu kitapta. Bir dönüşüm hikayesinin tanıklarının gözünden anlatılıyor bu dönem.

Mektuplar, şiirler, edebiyat sohbetleri de ekleniyor öyküye. Unutulmuş kahramanlar saygıyla hatırlanıyor, tüyleri diken diken edercesine...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Orhan Pamuk klasiği: Sessiz Ev




Bugün başladım okumaya... İlk sayfalardan itibaren iç karartıcı bir portre çiziliyor. Çoğunlukla karakterlerin kendi iç sesleriyle devam ediyor. Şimdilik iki karakterle tanıştık. Büyükanne ve yardımcısı. Büyükanne hasta, yaşlı ve yalnız bir konumda anlatılıyor. Tek başınalığın verdiği aşırı huysuz, müşkülpesent özellikleriyle geçinmesi hayli zor bir insan. Ona bakmakla görevli olan yardımcısı Remzi ise oldukça sabırlı bir görüntü sergilemekte. Cüce olduğu için çevresi tarafından dışlanmış ve sürekli alaya alınan bir insan olduğu için, Remzi de içe dönük bir yaşam sürdürmeye mahkum olmuş.

Görüldüğü üzere, buram buram bunalım kokan bir kitap daha var elimde.

İçimdeki yaraya jilet ata ata devam ediyorum okumaya...

26 Ekim 2010 Salı

You Don't Know Jack

Al Paçino yine muhteşemsin...
izlenmediyse şiddetle tavsiye ederim...

25 Ekim 2010 Pazartesi

'Kendinize güvenin'

Nobel ödüllü Orhan Pamuk, ABD’nin en saygın edebiyat ödüllerinden biri olan ‘Norman Mailer Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Ödülünü almak için sahneye çıkan Orhan Pamuk, 'genç yazarlara ne söylemek istersiniz' sorusu üzerine , "Genç yazarlara şunu söylemek isterim: Kendi bildikleri yolda giderlerse, içlerinden geldiği gibi yazarlarsa, benim şu aldığım Norman Mailer ödülü gösteriyor ki ileri yaşlarda yalnız Türkiye’de değil, dünyada da yaptıklarını görecek olan, ödüllendirecek olan pek çok kurum olacaktır. Genç yazarlara kendinize güvenin demek isterim” dedi.

Cevdet Bey'e veda ettik

Pazartesi'nin sendromu meşhurdur. Haftanın ilk iş günü olmasından tabii, her işbaşı yapan insan evladı bu psikolojiye kapılır. Ben kapılmıyorum. Çünki bugün çalışmıyorum... Pekçok insanın kabus olarak tabir ettiği bugün, benim tatil günüm...

Tatil gününde insan ne yapar? İnsanlar tatil günlerini farklı şekillerde değerlendirir. Ben de kendime göre farklı şekilde değerlendiriyorum. Mesela, dışarı çıkmıyorum, ev keyfini sürüyorum. Evdeki yarım kalmış işlerimi tamamlıyorum. Çamaşır yıkıyorum, ütü yapıyorum, odamı toparlıyor, gazete fazlalıklarından kurtuluyorum. En önemlisi de, yazma faaliyetini şöyle tadını çıkara çıkara, yayıla yayıla yerine getiriyorum.

Güneşli bir gün. Sıcaklık normal seyirlerde. Aklımda 'O adam'. Ama daha az işgal ediyor hayatımı. Darmadağınık olan kafamı da toparlamışım bir nebze de olsa. Gereksiz düşüncelerin bir kısmından kurtulmuşum...

Kitabı bitirmişim sabah. Cevdet Bey, çocukları ve torunlarına veda etmişim. Haftalardır elime yapışan 600 sayfalık kitaptan kurtulmuşum. Hafif bir hüzün ama yeni başlangıç adına mutluluk var bende. Orhan Pamuk'a biraz daha yakın hissediyorum kendimi. Bitti mi? Tabii ki bitmedi. Yeni Orhan Pamuk'la devam edeceğim yola. İkinci kitaba başlayacağım bu defa. Büyük ihtimalle gece yarısı 12'den sonra başlayacağım yeni kitaba. Bende bir ritüeldir bu durum. Bitirdiğim kitap ile yeni kitap arasında mutlaka bir gün geçmesi gerekir. Bugün bittiyse, yarın başlanır. Yarına da gece 12 itibarıyla başlandığı içindir ki bu tarihi belirledim ve açıkladım.


Peki Cevdet Bey nedir? Neden Cevdet Bey?

Gerek yazarı gerekse yazıldığı dönemi göz önüne alırsak, modern çizgilerde yazılmış, günümüz yaşam mücadelelerini konu alan bir kitap olarak düşünülecek bir kitaptır Cevdet Bey ve Oğulları. Lakin hiç de öyle değil. Orhan Pamuk, 15 yıllık ressam konumunu terk edip hayatını yazar olarak devam ettirme kararı aldığında, bütün okumaları, yazmaları, uğraşları ile kendisine bir Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yaşar Kemal, Reşat Nuri Güntekin modeli koymuş, eski romanların bıraktıkları tatları hissettirmek istemiş kitabında. Bir hikayemsi havada başlayan ilk sayfalar, daha sonra karakterlerin kendi iç sesleriyle konuşmalarına dönerek detayların tasvirlendiği bir durum romanına dönüşüvermiş. Benim gibi en son yazdıklarından başlayarak Orhan Pamuk okuyucusu olmuşsanız, kitapta yazarın kendi hikayesini anlattığını net bir şekilde anlayabilirsiniz. Kitapta sadece ailesi değil, takma bir isimle resim sanatıyla uğraşan kendisinin de yer aldığını görmekteyiz. 

Kitapta ne anlatılıyor, ne oluyor, ne bitiyor?

Eğer kitabı okumayı düşünüyorsanız ve konu ve olay örgüsünün sürpriz olarak kalmasını istiyorsanız, bu bölümü okumamanızı öneririm. Ha kitabı okumuş ve benim gözümden kitabın nasıl değerlendirildiğini görmek istiyorsanız ya da kitabı okuyup okumamak önemli diil sadece neler anlaltıldığı hakkında merakınızı giderme düşüncesindeyseniz buyrun Gülay'ın gözünden kitabın içeriğine bir göz atalım: 

Cevdet Bey ile başlayıp, ancak onun da ailesine göz atıldığı için bunu da sayarak aslında 4 kuşağın anlatıldığı kitap, üç bölümden oluşmakta. Enteresandır, birinci ve üçüncü bölümler sadece 1 günü anlatıyor. Tüm olaylar, olanlar bitenler ikinci bölümde yer alıyor. İlk günün anlatıldığı bölümde Cevdet Bey, hasta ağbisini ziyarete gidiyor, kendisine yarardan çok zararı dokunan ailesi ve akrabalarından uzaklaşarak evlenip yeni bir başlangıç yapmak istiyor. Nişantaşı'nda oturmayı hayal ediyor. Nişantaşı'nın hikayesini anlatıyor, orada bulduğu evi geziyor, evleneceği kızla nasıl bir hayat kuracağını düşünüyor...

Oldukça heyecanlı bir şekilde sayfalar okunadururken birden bire 'ikinci bölüm' ile burun buruna geliyoruz. Bayramda bütün ailenin masada bir arada olması ve kitaba giren yeni karakterlerin okurla tanıştırılması ile devam ediyor. Cümle aralarında sürekli tarih aksettiriliyor. Bu şekilde, kitaba başladığımız o ilk günün ardından tam 30 yılın geçtiğini anlıyoruz. Merakla, ilk bölümdeki karakterlerin ve bize anlatılan olayların nasıl geliştiğini ara ara ve merakla o an yaşananlar arasından çıkarmaya çalışıyoruz.  30 yıl. Cevdet Bey evlenmiş, şansı yaver gitmiş ve ticaret hayatında oldukça iyi yerlere gelmiş. İki oğlu, bir de küçük kızı var. Torunları dünyaya gelmiş. Çocukları yurtdışında okumuş, iyi birer işadamı olmuşlar. Son derece modern bir yaşamı sürdürmekteler.

Kitap hikayenin ötesinde bir nevi biyografik özellikler taşıması sebebiyle, olayların geçtiği tarihler de dikkate alınmış. Ülkenin karışık durumu, Atatürk'ün hastalığı gibi konular da zaman zaman anlatılmakta. Cevdet Bey, mutlu ailesi arasında ama aynı zamanda ailenin parçalanmaması adına mücadele verirken, kalbi strese dayanamaz ve aniden hayatını kaybeder. Aileyi bir arada tutma görevi Nigan Hanım'a devredilir. Bu oldukça zordur. Yeni sorunlar, aldatmalar, hayatın anlamını aramalar arasında gidip gelir olay örgüsü. Bir yerden sonra kitabın ana kahramanı, Cevdet Bey'in küçük oğlu Refik oluverir. Refik, en yakın arkadaşları Ömer ve Muhittin ile farklı düşünceleri paylaşmaktadır. Birbirleriyle sürekli çatışırlar, birbirlerini eleştirirler... Ama eninde sonunda yine de birbirlerinden medet umarlar. Refik, hayatın bir anlamını aramak üzere eşini, ailesini, işini terk eder. Kemah'a yakın arkadaşı Ömer'in yanına gider ve aylarca orada kalıp kitaplar okur, düşünür, kitap yazar ve bir amaçla, ülkesine hizmet etmek üzere geri döner. Ömer bir inşaat mühendisidir. Bir fatih olmak ister. Bir ara gönlü bir kıza kayar, onunla nişanlanır ama normal insan yaşamı onu boğar, sonunda onu terk eder, idealleri arasında boğulup çiftçilik yapmaya başlar. Muhittin ise şairdir. Hayali kitap yazıp ünlü olmaktır. 30 yaşına kadar ünlü olmazsa intihar edecektir. 30'undan önce kitabı yayınlanır. Ama kimse onu ve kitabını önemsemez. İntiharı düşünür, hayatı anlamlandırmaya çalışır, böyle düşünceler arasında boğulurken tesadüfen bir barda karşılaştığı adamın kendisine söyledikleriyle bambaşka bir yöne döner. Düşüncelerini, inançlarını, ilkelerini değiştirir. Siyasi dergilerde yazmaya, dergilerin kadrolarında yer almaya başlar. Genelinde bu üç adamın kendi hayatlarını sorgulamaları, yaşamı anlamlandırmaya çalımalarıyla geçer kitap. Artık sıkıcılığa doğru giderken pat diye bitiveririr ikinci bölüm de.

Ve üçüncü bölüm...

30 yıl sonrasına gidilir bu sefer. İkinci bölümün bitişinde Refik'in bir oğlu olacağı, isminin de Ahmet olmasını istediğini öğreniriz. Üçüncü bölüm, Ahmet'in ressam olarak kendi yalnızlığında ama derin yaşamında geçmektedir. Babaanne Nigan Hanım hastadır. Refik intihar etmiştir. Geçen 30 yıl içinde ne olup bittiği yine aralarda geçen diyaloglardan çıkarılır. Ahmet ve sevdiği kız, ona açılamaması anlatılır. Nigan Hanım'ın hafızası zayıflamıştır. Birçok şeyi hatırlamaz, sayıklar, bir hemşirenin nöbetinde hayatını sürdürür. Bu defa Ahmet'in iç seslerini ve monologlarını takip ederiz. Ahmet, bir zamanlar babası ve dedesinin yazmış olduğu günlükleri bulur. Onları okur. İlknur'a olan sevgisini düşünür, babaannesiyle ilgilenir. Kendi düşüncelerine dalmış vaziyette aşağı kata Nigan Hanım'ın yanına geldiğinde, o 1 günlük zaman diliminde hikayenin ana karakteri Nigan Hanım'ın yaşama veda ettiği son dakikaları hüzünle izleriz. Bir devir kapanır, bir kitap noktalanır böylece...

Kendimden ne buldum bu kitapta?

Aslında her güzel kitapta, kendimden birşey bulurum mutlaka. Bu kaçınılmaz ve çok raslanılan bir durumdur. Ama bu kitap gerçekten çok özel bir yere sahip benim hayatımda. Bir kere, çok bunaldığım ve yalnız kaldığım zamanda okuduğum bir kitaptır. İstanbul'dan Eskişehir'e giderken, dizlerimde sevdiğim adam uyurken elimde duran kitaptır. Ekim benim için değişik bir aydı. Çok fazla şeyi birarada yaşadım. Çok üzüldüm, çok ağladım, çok radikal kararlar aldım. Radikal kararlar almamı tetikleyen bir adamın kitabıdır. Kitap yazmak her zaman aklımda vardı. Ama bunu faaliyete geçirdiğim zamana denk geldi bu kitapla tanışmam. Hatta eşdeğer gitti, kendime birtakım notlar aldım nasıl bir kitap yazacağım konusunda.

En önemlisi de... Kitabın son bölümündeki Nigan Hanım, benim babaannemdi... Onun ölümünü izler gibi oldum. Onu yazmayı çok istemiştim. Hâlâ da çok istiyorum. O yüzden birtakım benzerlikler de olacak yazacağım kitapta. Ama elimde değil. Beni karanlıktan çıkaran, elimi tutup yaşamımı sürdüren iki insandan biridir babaannem. Onun sessiz ölümü gibi, benim babaannem de sessiz bir şekilde ölüyor. Belki son 24 saatini yaşıyor, belki biraz daha fazla belki daha az... Ama ölüyor. Onu kaybediyorum. Tutunduğum dal kırılmak üzere. Yere düşeceğim bu aşikar. Canım da acıyacak... Bunu bekliyorum.

Ya da kitaptaki Ahmet gibi, odama geçeceğim, balkona çıkacağım, sokaktaki arabaları, yoldan geçen insanları, çöp tenekesinde eşelenen kediyi izleyeceğim. İçimden "Hayat devam ediyor" diyeceğim.
  


    

Güneş doğdu!

Güneşi gördüm sevgili okur... Değişim başladı artık... Karanlığı ardımda bırakarak yürüyorum aydınlığa... Bundan sonra bambaşka olacak herşey. Valla. Daha enerjik heyecanlı. Bak yazılarda bile olacak, göreceksin kıpır kıpır olacak eğlence olacak, gülümseyişler olacak... Ohooo çok güzel olacak çok...
Bekle beni sevgili okur. Az kaldı.  :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

22 Ekim 2010 Cuma

İstanbul'u terk ediş: Uçağa giderken

Tükendiğini hissediyordu. Elindeki Cevdet Bey Ve Oğulları kitabına yoğunlaşıp dününü bugününü ve yarınını unutmaya çalışıyordu. Uykusuzluğun verdiği halsizlik hissini de ekleyince, yaşama isteğini büsbütün yitirmiş kızın durumu, yüzüne bakıldığında 3 saniye içinde anlaşılabilecek durumdaydı.

Sabiha Gökçen Havaalanı'na geldi. Uçağın kalkmasına bir buçuk saat vardı. Zaten alan da fazla kalabalık değildi. Durdu, cebinden sigarasını sakladığı çantayı çıkardı. Sevdiği'nin ona verdiği sigara paketinden bir tanesini aldı. Rüzgarın tüm engellemelerine rağmen çakmakla sigarayı yaktı. Sigarayı içine çekti. Hayır olmadı. Bir daha çekti. Bir daha denedi. Yarım yamalak hayatında yaktığı sigara bile tam ateş almamıştı. Hırsla bir kez daha denedi. Ve içmeye devam etti. Bir gün içinde hava 10 derece birden soğumuştu. Üşüdü. Siyah pardesüsüne daha bir sıkı sarıldı. Hâlâ üşüyordu, aldırmadı. İçmeyi sürdürdü. Telefon elinde, birisinin aramasını bekliyordu. Birisi aramıyordu.

Daha fazla üşümek istemedi. Kahvaltı etmemişti. Açlık hissetti, belki halsizliğime iyi gelir diye Burger King'e uğradı. En büyük boy menuden aldı. Çabucak doydu. En büyüğünü aldığına pişman oldu. 'Hayatım gibi ziyan oldu' dedi. Kalktı, havaalanının içinde dolandı. Sonra  bekleme salonuna geçti. Kitabını alıp okumaya çalıştı. Zaten çalmayan telefonunu kapattı. Uçağa giriş saatinin geldiğini görünce, kapıya yöneldi. Yerine geçti. Pegasus uçağıyla 9'uncu sırada, pencere kenarındaki A koltuğuna oturdu. O an, her zamanki gibi uçağın düşeceğini hayal etti. Düşüp öleceğini. Sonra bundan korkmadığını fark etti. Eskisi gibi korku hissetmiyordu. Arkasında bırakacaklarının ne hissedeceğini de düşünmüyordu. Gereksizdi artık, önemsizdi.

Uçak hareket etti. Ölüme gidiyorum şimdi diye düşündü. Öleceğim belki. Yorgunluğuna yenildi, uçağın yere doğru çakıldığını düşünerek uykuya daldı.... Gözlerini açtığında hostesin İzmir Adnan Menderes Havaalanı'na iniş yapıldığını bildiren anonsunu duydu.
"İşte geldik" dedi. Hatıralarla dolu bir şehri terk edip, bir başka hatıraların olduğu şehre geldik!...

21 Ekim 2010 Perşembe

Orhan Pamuk- cevdet bey ve oğulları...

Bir Orhan Pamuk'tur gidiyor. Son zamanlardaki en favorilerimden... Bana ilham veren isimlerden. İleride bir kitap çıkarma cüretini gösterirsem, bunda Orhan Pamuk ve yazdığı kitapların payı büyük olacak, söyleyeyim...

Tek bir görevin var senin:

O da bu hayatı devam ettirmek. Nasıl, ne şekilde, ne yaparak sürdüreceğin hayatını, senin seçimine kalmış. Ama devam edeceksin yolu yürümeye. Yok başka seçeneğin. Varlığının gereği budur senin!

20 Ekim 2010 Çarşamba

i chose to be happy... And i am happy...

Neden ölmek istedim?

Yalnızlıktan. Dünyada yapayalnız olduğun, 'dan' diye yüzüne çarpıldığı, tüm kapıların kapandığı, aradığın tüm insanların kendi keyfinde, kendi dünyalarında olduğunu görüp sana hiç mi hiç ihtiyaç duymadıklarını hissettiğin ve her birinin, bir bahane ile sana 'Sonra konuşalım mı' dedikleri ve senin, dımdızlak ortada kaldığın zaman...

İnsan böyle bir zamanda ölmek ister mi? İster...

Ekimin kötü bir ay olduğunu söylemiştim... Bir dolu tatsız anıların üstüste gelerek hayatımı daha da çekilmez hale getireceğini hissediyordum. Oldu da. Beklendiği gibiydi. Birbiri ardına darbe yiyip duruyorum her köşeden. Yara bere içinde vücudum. Depresyon, sinir krizleri, ağlama nöbetleri, uyku komaları, intihar düşünceleri, mutsuzluk ağrıları, ları ları ları...

Ve dayanılmaz raddeye gelip çıldırma noktasında yardım istercesine bir ses duymak istiyor insan telefonun diğer ucundan... Sevdiği adamı arıyor. Arkadaşlarıyla eğleniyor o adam. Fonda kahkahalar eşliğinde kimlerle oturduğunu, ne yaptıklarını anlatıyor sana. O noktada iyi eğlenceler, dilemekten başka bir seçeneği yok insanın. En 'seni anlayacağını' düşündüğün insan anlamıyor seni. Belli ki seni tamamen çıkarmış kendi yeni dünyasından. Yeni arkadaşlarıyla yeni bir hayat kuruyor. İhtiyacı yok sana. Eskiden dertleşirdiniz hiç olmazsa. Artık dertleşmiyorsunuz da. Kendisine başka dert ortağı, hayat arkadaşı bulmuş bu insan. Diğer arkadaşlar da uymuşlar, güzel bir grup oluşturmuşlar. Sen her halükarda dışlanmışsın zaten. Fazlalıksın onların eğlencesinde. Seni bir çağırma zahmetinde bile bulunmamışlar üstelik!

Okuldan bir arkadaşımı aradım sonra. Moralimin bozuk olduğu zamanlar telefonlaşır, güler şakalaşır, kendime gelirdim bir nebze de olsa. Çoğu zaman duymaz benim telefonumu. Ama iyi niyetli düşünerek derim ki, bilerek yapmaz, gerçekten de duymamıştır. Bazen döner geriye. Ama olur, bazen de unutur. Ben ararım tekrar. Sorun yok... Aradım, büyük bir umutla. Açtı. "Pınar'ın doğum günündeyiz, burası çok gürültülü, sonra konuşalım", dedi. "Tabi, olur," dedim. Dedim ama benim şu anda ihtiyacım var konuşmaya.

Sonra dedim ki, ailemi arayayım, onların sesini duyayım, biraz da olsa rahatlarım. Aradım. Halam çıktı telefona. "Dedeni yatırıyorum şimdi, sonra ara" dedi. Kapadım telefonu. Konuşmak istediğim hiç kimse müsait değildi işte. Herkes ayrı hayatlarında. Hayatımdaki insanların hayatında ne kadar da önemsizmişim oysa. İşte anladım. Bugün bunu anladım...

Yürüyorum, eve doğru geliyorum. Rüzgar vuruyor yüzüme. Ağlamak istiyorum. Bırakıp kendimi, yığılıp kalacağım yolun ortasında... Zorla geliyorum eve. Geldim. Konuşmaya mecalim yok. Göz kapaklarım zorlanıyor, tutamıyor gözyaşlarımı. Odama giriyorum hiçbirşey demeden. Odama girip, sessiz çığlıklar atıyorum. Sesimi duymasınlar istiyorum. Sinir krizi geçiriyorum. Annem mutfaktan yan tarafımdaki odaya doğru geçiyor. Beni duymuyor. Ağbime seslenerek 'bana biraz yardım eder misin?' diyor. Onlar da kendi başlarının çaresine bakıyor. Uzun zamandır mutsuz hayatımı, onlara yansıttığım ve mutsuzluğumun nedeni onlarmış gibi davrandığım için tabi, onlar da uzaklaşmışlar benden. Ben yokmuşum gibi devam edebiliyorlar hayatına.

Devam ediyorlar, ama ben devam edemiyorum yaşamıma. Ağır geliyor herşey, paylaşmaya ihtiyacım var, ama yok etrafımda hiç kimse. Çaresiz, sessiz sessiz ağlıyorum zavallı halime....

İşte ölmeyi en çok şuanda istiyorum. Çok ağlayan olmaz arkamdan nasıl olsa.

Çok iyi biriydi, Allah rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Ekim... Sonbahar - hayatımın sonbaharı -

Ekim'in birçok anlamı oldu benim için... Hatırlamak zorunda olduğum bir dolu anılar silsilesi yaşadım bu ayda. Yaşadım, hâlâ yaşıyorum. Nasıl geçtiğini anlayamadığım 5 gün. Bitişler, başlangıçlar... bitmek üzere olanlar. Havalar soğudu. Yazmaya başladım. Daha çok düşünmeye başladım. Ama yazmak için düşünüyorum bu sefer. Zaaflarımla mücadele ediyorum, yapmak zorunda olduklarımı yapıyorum. Ve vakit geçiyor...
Mevsimle o kadar paralel gidiyor ki hayatım... Mesela güneşi daha az görmeye başladı insanlar. Ben de öyle. Daha az gülüyorum. Üşüyorum... Yalnız hissediyorum. Daha karanlık görüyorum etrafı. Geleceği. Önümü...
Yeni başlangıç diyorum ya, hastalıklarımdan kurtulmam da gerekiyor önce. O güneş tekrar doğacak. Ama sonbahar, kışın habercisi. Önce sonbaharı, sonra kışı atlatmak gerek. Belki ondan sonra önümüzü görmeye başlarız da.. Belki.

5 Eylül 2010 Pazar

Başlarken...

Hayatında beyaz sayfa açmak, belki sıfırdan başlamak, nefes aldığımız havayı tazelemek için gereklidir. Herkesin beyaz sayfalar açmaya hakkı vardır. Bence bu hak olabildiğince değerlendirilmelidir.
Ben de bu kararımı uygulamak istedim. Hem de Berlin'de...
O zaman Merhaba sana beyaz sayfa...
Haydi bakalım....