19 Kasım 2010 Cuma

Lüsyen'den bir bölüm...

Nazım Hikmet ile Abdülhak Hamid Tarhan'ın karşılaşması...

(Kitaptan)

Haziran 1929 tarihli Resimli Ay dergisinde 'Putları Yıkıyoruz' başlıklı bir kampanya başlatıldı.
Fikir, dergide "her gün iki liraya iki bin kötü satır okumaya mecbur olan adamdan", yani düzeltmen Nazım Hikmet'ten çıkmıştı.
Resimli Ay'ın 'Eserlerinizi nasıl yazarsınız' anketine ünlü yazarların verdiği cevaplara kızmıştı Nazım...
Verilen karşılıkları okurken hemen karşısındaki masada oturan Sabiha Sertel'e "Bunların hangisi milli edip?" diye sormuştu. "Kimi tek konu olarak dış alemi biliyor, kimi içinde yaşadığı burjuva çevresinin çürük tiplerini işliyor. Bu memlekette halk yok mu, işçi köylü yok mu? Gerçekleri görmek istemiyorlar. Bu putları yıkmak lazım."
Derginin sahibi Zekeriya Sertel de bu fikre katılınca bir yazı serisi başladı.
(...) Kampanyanın ilk hedefi 'Şair-i Azam' Abdülhak Hamid'di.
Yazıda Nazım Hikmet'in kaleminden çıkıp imzasız yayınlanan şu satırlar vardı:
"Dahi-i Azam'ın en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, hatta bugün konuştuğumuz Türkçeye tercüme edin; bakın dahinin dehası nasıl sabun köpüğü gibi dağılıveriyor.
"Abdülhak Hamid Efendi Dahi-i Azam değildir. Azam'ı bir tarafa bırakalım, dahi olma özelliğine bile sahip değildir. (...)

Kampanya beklendiği gibi edebiyat aleminde büyük infial ve tartışma yarattı. Hamdullah Suphi küfürle karşılık verdi. Yakup Kadri kampanyayı 'harp yıllarında samanla karışık hamur yiyen neslin dejenere olması'yla açıkladı. Hatta bir grup üniversiteli derginin sahibi Sertel'in ofisini bastı.  (...)

Hamid yıkılacak putlar listesinde bir numaradaydı. Ve ilk balyozu genç neslin en iddialı kalemi vurmuştu.
Ne garip! O da vaktiyle kendinden önceki 'mumyalar'ı yıkarak gelmişti. Bugünün balyozlanan putlarından Yakup Kadri, o günlerde Hamid için ne demişti:
"Ey mumyalar kalkınız; sizin çürüdüğünüz bu mahzenin içinde yeni bir adam doğdu. Açın kapıları, kaldırın şu ağır kapağı; yeni adam bütün bir cihan önünde sizin trajedinizi tek başına oynayacak."
Yeni adam o günden sonra hep hürmetle omuzlara alınmış, nadiren eleştirildiğinde de kendisi aldırmamış, olgunlukla susmuş, hatta bazen hak verir görünmüştü.
Eskimeden önce o da 'eski'nin hücumuna uğramış, ancak mecbur kaldığında öfkesini mandar bir beyit ile ifade etmişti:

Yayımı asmadan evvelce ben attım okumu,
Bunu inkar ediyorlarsa yesinler şairin b.....u

(...)

'Ben deniz kızı Eftelya değilim!'

Diğer 'put'lar öfkeyle ayağa kalkarken herkes 'Şair-i Azam'ın ne tepki vereceğini merak ediyordu.
Hamid herkesi şaşırtan ama kendisine yaraşan bir hamle yaptı. Nazım'ı bir müddet sonra evine yemeğe davet etti.
Şimdi şaşırma, bocalama sırası Nazım'daydı.
Efsaneye göre tam o aralar, bir gece kapısını çalan Kadıköy Karakolu'ndan bir polis, uyku sersemi Nazım'a "Cumhurreisi Hazretlerinin Dolmabahçe Sarayı'nda kendisini beklediğini" söylemiş ve hemen giyinmesini istemişti.
Çünkü o gece huzurda açılan şiir sohbetinde Nazım'ın adı 'asrın en büyük şairi' olarak anılmış, Gazi de bu genç şairi merak edip sofrasına çağırmıştı. Lakin Nazım muhalifti. Bu tür emrivakilere boyun eğmekten hoşlanmazdı. Gelen polise "Paşa'ya benden selam söyleyin" demişti. "Ben deniz kızı Eftelya değilim."

Söylenene bakılırsa bu tersleme Dolmabahçe'ye ulaştığında Gazi sinirlenmemiş, tersine "Aferin çocuğa! İşte şair dediğin böyle olur" diye takdir beyan etmişti.

İşte bugünlerde Hamid'den gelen yemek daveti yeni bir ret cevabıyla karşılaşacak sanıldı.
Ama Nazım bu kez farklı bir tepki verdi.
"Mustafa Kemal'in davetini kabul etmedim. Ama bir şairinkini reddedemem."
Ve Maçka Palas'a gelip Hamidlere misafir oldu.

Gidenle gelenin tarihi buluşması

Kendisini kapıda Lüsyen karşıladı. Onu önce salona, sonra itina ile hazırladığı sofraya buyur etti. Gidenle gelenin tarihi buluşmasıydı bu.
Hamid, kendisine kafa tutan gence anlayışla yaklaştı: "Putları kırmakta haklısınız" dedi. "Ben de edebiyat hayatına atıldığım zaman sizin yaptığınız gibi, putlara savaş açmıştım. Divan edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatını getirdik. Türk edebiyatında yeni hamleler yaptık. Biz onları yıktık, siz de bizi yıkacaksınız. "
Nazım hayretler içindeydi.
Hamid ona yazmakta olduğu büyük piyesten parçalar okudu. Ama daha da etkileyici bir jest sıradaydı:
Nazım'ın bir şiirini ezberden okudu.
Nazım, ezberinde Hamid'in tek bir şiirinin bile olmamasından utandı. Karşısındaki adamın devrilmesi gereken bir put değil, açık fikirli bir devrimci olduğuna inandı.
Dönüşte merakla bekleyen arkadaşlarına "Hamid büyük adam" dedi.
"Burjuva ama büyük şair. Uzun boylu olduğu için redingotla adeta bir İngiliz lorduna benziyordu. Hele gözündeki monoklu ha düştü ha düşecek diye ödüm patlıyordu. Beni mükemmel bir salona götürdüler. Avizeler XIV. Louis stili bir salon takımı... Kendimi sarayda sanıyordum. Bir sofra... bir sofra... Londra'dan getirtilmiş İskoç viskileri, çeşitli içkiler, masanın bir ucundan öbür ucuna kadar çeşitli mezeler... Ben sofrada mahcup bir çocuk gibiydim. Abdülhak Hamid sanat sohbeti açtı. Sanat tarihini, çeşitli edebiyat mekteplerini, şiirde, edebiyatta, tiyatroda meydana gelen değişimleri öyle bir anlattı ki, karşısında cehaletimi hissettim. Fakat ben de ona onun bilmediklerini, realist sanatı anlattım. Büyük bir ilgiyle dinledi. Toleransına hayran oldum. Oysa ben çetin tartışmalar yapacağız sanmıştım."

27 yaşındaki Nazım, ayrılırken hürmetle Hamid'in elini öptü. Öpmekle kalmadı, Akşam'da Orhan Selim imzasıyla 'Öptüğüm el' başlıklı bir yazıda, "Hamid'i şimdi anlamaya başlıyorum. Onun yürek derisini yüzerek bu sert kabuğun içinde tutuşan alevle gözlerim yeni yeni kamaşıyor" diye yazdı...

“Lüsyen’in arşivi gelirse kitabı baştan yazacağım” (milliyet söyleşi)


Can Dündar:“Hamid’in Atatürk için yazdığı şiirlerinde eski şiirlerinin tadı yok. Anıda, hatta mektupta rol yapabilirsiniz ama şiirde hayır. Bir insanın sevmediğine güzelleme yazması çok zordur. İkisi de birbirine mesafeli bence. Ama devrimlere inanıyor ve destekliyor.”
Şair-i Azam Abdülhak Hamid-Lüsyen Hanım aşkının romanını yazan Can Dündar: “Belçika’da bir tavan arasında Hamid’in Lüsyen’e yolladığı bazı mektuplar var. Gerçek Hamid o mektuplarda...”
Zannetmeyin ki, Lüsyen Hanım’la Abdülhak Hamid’in aşkını anlatan 550 sayfalık “Lüsyen” romatizmin doruklarında bir öykü. Belki öyle başlıyor. Kız
18 yaşında, adam 60...
Kız her şeyi bırakıp geliyor adama, evleniyorlar, adam ona Osmanlı’nın görkemini yaşatıyor. Buraya kadar iyi. Sonra Lüsyen bir İtalyan kontun peşinden gidiyor, onunla evleniyor. Hamid de razı geliyor bu evliliğe. Bu arada Lüsyen’le Hamid’in arasındaki tutku dolu mektuplaşma devam ediyor. “Efendiciğim”le başlayıp “Babacığım”la devam eden mektuplar...
Bu arada imparatorluk devriliyor, cumhuriyet kuruluyor. Hamid iki devrin de adamı olabiliyor. Aslında o bir anti-kahraman, sevemiyorsunuz.
Kitabın yazarı Can Dündar’la söyleşide Lüsyen konusunda ters düştük.
O, Lüsyen’in çıkarları peşinde Hamid’le kaldığını düşünüyor. Ben ise ona bunca şeye mal olan bir adama ancak gerçek aşkla bağlı olacağına inanıyorum.
İsterse dünyanın en güzel şiirlerini yazsın; gittikçe huysuzlaşan, hayatında her daim birden fazla kadına yer açan bir adamı sevmeye devam etmek kolay iş değil.
1966 yılında yapayalnız yaşadığı evinde, yatağının önünde ölüsü bulunduğunda baş ucunda Abdülhak Hamid’in fotoğrafı ve çerçevelenmiş şiirleri duruyordu.
“Lüsyen”, Can Dündar’ın iğneyle kuyu kazarak var ettiği, aşkın tariflerini zorlayan bir yaşamın kitabı.


18 yaşında bir genç kız, 60 yaşında Şair-i Azam... Birbirlerinden hoşlanmak için çok sebepleri var. Ama bu ilişkiyi sürdürmek için yeterli sebepleri var mı sizce?Ben de böyle baktım başta ama bu bakış açısı biraz oryantalist: 18’lik Avrupalı kız, bizim yaşlı Türk ile ne yapacak? Halbuki kızın babası bir kömür ocağında işçi şefi, Belçika taşrasından bir köylü kızı Lüsyen. 18 yaşının tazeliği var. Karşısındaki adam ise dünyayı fethetmiş. Koskoca Osmanlı’da şairlerin en iyisi. Lüsyen’e vaat ettiği, Osmanlı’nın başkentinde bambaşka bir hayat. Kolay kolay boşver diyemeyeceği bir teklif... Liege’de kalmayı seçseydi ben bugün “Lüsyen” diye bir kitap yazmazdım.

Kitabın adı neden sadece “Lüsyen”?Çünkü ben onun peşine takıldım. Baştan beri onun derdindeydim, hâlâ da uğraşıyorum. Kitap çıktı ama hâlâ bu sabah Belçika ile yazışıyordum. Çünkü Lüsyen’in arşivi Belçika’da bir tavan arasında duruyor. Ve ben o arşive ulaşamadan bu kitap çıktı diye perişan haldeyim.

 Ne var o arşivde?Hamid’in mektupları kayıp. Gerçek Hamid orada. Nedense resmi mektuplarını yayımladı, Lüsyen’e kendi mektuplarını yayımlattı ama ona yazdığı cevabi mektupları sakladı. Münevver Ayaşlı’nın anılarında küçücük bir paragraf gördüm. Diyor ki, Lüsyen ölmeden önce bu mektupları dönemin Belçika büyükelçisine emanet etti ve “Bunları kaçır” dedi. Kaçır dediğine göre o mektuplarda sakıncalı bir şeyler var.

“Bir devletin ve bir adamın iktidarsızlaşma serüveni”

Neden ulaşamıyorsunuz bu arşive?O büyükelçi ölmüş, çocukları da ölmüş... Uğraş didin, bir iz bulduk. Geçen ay birinin evinde Lüsyen’e ait kutular olduğunu öğrendik. Ben o tarihten beri “Durdurun, kitabı durdurun” havasına girdim. Fakat aristokrat bir aile, şatoda yaşıyorlar. Bir türlü o tavan arasına girip o kutuları çıkarmaya ikna edemedik. Kasım başında çıkaracaklarına dair söz aldık. Arşiv elimize geçerse kitabı baştan yazacağım. Eksik taşlar yerine oturacak.

Eksik taşlar demişken... Okur olarak bu hikayede hissettiğim en büyük eksiklik, Lüsyen ile Abdülhak Hamid arasındaki temas, yani seksti.Bilmediğim yerde durdum. Tahmin edersin ki çok güzel sahneler yazabilirdim. Ama bütün yazım serüvenim kendimi kamçılamaktan çok dizginlemek şeklindeydi. Ama şu kadarını yazdım: Bu kitap, tümüyle baktığınızda bir devletin ve bir adamın iktidarsızlaşma serüveni... Devlet böyle bir şairine sahip çıkamayacak kadar iktidar kaybına uğruyor. Hamid de sanıyorum ki iktidarsız bir adam. Muhtemelen tanıştıkları andan itibaren... Bu öykünün içinde seks olduğunu zannetmiyorum.

Gerçek olamayacak kadar platonik bir aşk mı bu? Acaba biz bugünün aşk anlayışından mı bakıyoruz diye düşünüyorum. İlişkiler çok içerik değiştiriyor. Bu kitapta benim de cevap aradığım sorulardan biri şu: İhtiyaç ve çıkarlar aşka dahil mi? Lüsyen şaşaalı hayatı seviyor, bu hayatı ona sunan bir adam. İçinde ten teması olmayan bir öykü aşka dahil mi?

“Hiçbir kurgu bana hakikat kadar büyük tat vermiyor”

Sizce dahil mi?Bunun aşk kalıbına girdiğini düşünüyorum. Aksi takdirde o ihtiraslı mektupları izah edemeyiz. Bu nasıl bir tutkudur? Bir kadın nasıl olup da önce “Efendiciğim” diye başladığı mektuplara sonraki yıllarda aynı şevk ve sevgiyle “Babacığım” diye devam edebilir? Bu öyküde “Babacığım” da aşka dahil...

O babacığım hitapları beni irkiltti. Bu nasıl bir “babacığım” bilmiyoruz. Kadın kocasının yanından yazıyor Hamid’e mektupları, onu evlerinde ağırlıyor. Yoksa bu başından itibaren bir baba-kız ilişkisi mi? Freudyen bir durum aslında. Bütün ipuçları var. Birisi bunun üzerine bir roman yazabilir! Hakikaten ben bunun romanını yazmayı çok isterim ama tuttum kendimi.

Neden gerçeğe hararetle sadık kalmak istediniz?Belgeselcilikten gelen bir çekingenlik... Hiçbir kurgu bana hakikat kadar tat vermiyor. İkincisi, yaşanmış bir şeye müdahalede bulunmak bana hepten yanlış geliyor. Bu konuda çok muhafazakarım.


“Hamid kadınlar mezarlığı üzerinde şiirler yazarak yürüyen bir adam”
Büyük bir aşk hikayesi bu. Ama hep Lüsyen’in aşkı olarak okudum. Hamid’in aşkına inandıracak doneler yoktu.

Bu, kadın bakış açısı. Çünkü kadın tek aşka inanıyor. Hamid ise diğer kadınlarla birlikte Lüsyen’e de âşık. Bu, haklı olarak, hiçbir kadının benimseyemeyeceği bir şey. Ama böyle bir erkek gerçekliği var. Hamid gibi erkek çok. Onun için kadın mülhime, yani ilham veren bir yaratık. Asla kadınsız kalamıyor ve tek kadının ilhamı yetmiyor. Gerçekten de zaman zaman kadın tamamen edebiyat için bir araç. Dönüp baktığımızda o kadınları tanımıyoruz ama o şiirleri ezbere biliyoruz. Edebiyat tarihi, büyük oranda kadın kanıyla yazılmıştır.

Siz Hamid’i sevdiniz mi?Ben şunu öğrendim hayatta; insanlar ayrı, eserleri ayrı... Hamid’de bir kadından vicdansızlık ölçüsünde istifade etmek var. Bir adam karısı ölüm döşeğindeyken onun ölümü üzerine yazdığı şiiri ona okur mu? Hamid okuyor. Beni kitapta en sarsan sahnelerden biri o oldu. Ama belki daha insancıl olsaydı “Makber” gibi bir şiiri yazamazdı. Şair dediğiniz, muhtemelen gözyaşı, kan, nefretin harmanından çıkıyor. Gözümde Hamid, bir kadınlar mezarlığı üzerinde şiirler yazarak yürüyen bir adam.

Sizin için hangisi öncelikli? İyi insan olmak mı, iyi yazmak mı?Galiba iyi insan olmak. En basitinden, bu kitapta ilkelerimden taviz vererek iyi yazar olmayı deneyebilirdim. Yapmadım. Çok ballandırarak bir gerdek gecesi sahnesi yazabilirdim ve kitap çok başka yere gidebilirdi. Çünkü gerdek gecesi bir kadının odasında iki erkek varsa bunun üzerine 40 kitap yazabilirsiniz. Orada tuttum kendimi. 


“Tek kadınlı hayata adapte olmayı samimiyetle isteyenlerdenim”
Bir erkeğin birden fazla kadını aynı anda sevmesi onun “iyi bir insan” olarak değerlendirilmesine engel mi?Bence hayır. Bu algılar, hepimiz biliyoruz ki dönemsel. Bunu 150 yıl önce konuşuyor olsaydık böyle bir soru olmayacaktı.

Neden? 150 yıl önce bir kadın sevdiği adam bir başka kadını daha seviyor diye üzülmüyor muydu?Üzülüyordu mutlaka ama “İyi insan mıdır değil midir?”i tartışmıyordu. Biz çok kadınlı erkek düzeninden tek kadınlı erkek düzenine geçen, pederşahi bir toplumun sancıları içinde bu soruları soruyoruz. Erkek milletine, kırbaçlaya kırbaçlaya “Sen olduğundan başka bir şey olmak zorundasın aslanım” demeye gayret ediyoruz. O da anlatmaya çalışıyor ki, “Benim dedelerimin dedeleri de, dedelerim de çok kadınlı yaşadı. Babam böyle yaşadı. Bana gelince durdu bu hikaye. Ben neden 1500 yıllık bu saltanatın en talihsiz halkasına denk geldim?”

Neredeyse acıyacağım.Acındırmak için söylemiyorum. Kadın için ne kadar incitici olduğunu biliyorum ama erkek için de nasıl bir travma olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Kültürel genetiğinde böyle bir durum olan bir erkek, şu anda kendini yeni koşullara adapte etmeye çalışıyor ve zorlanıyor. Samimiyetle isteyeni var, rol yapanı var, yapamayanı ve yapmayanı var.

Siz hangisisiniz?Samimiyetle isteyenlerdenim.


“Kitap bitene kadar sakalımı kesmedim”“Bu kitapla “Hayatta ne yapmak istiyorum?” sorusunun cevabından biraz daha emin oldum. Temmuz ve ağustos kendime çok şaştığım aylar oldu. “Kitap bitene kadar sakalımı kesmeyeceğim” diye ahdettim. Sonunda kendimi görünce şaşırdım. Önceki yaz oturmuştum bilgisayarın başına. Geçen yaz da iki ay Bodrum’da neredeyse hiç dışarı çıkmadan yazdım. “Nihayet” dedim, “Asıl yapmak istediğim şeyi yapıyorum.” Evdekilerin de çok hoşuna gitti. İlk önce eşim okudu. Oğlum da şiir yazıyordu, onunla birlikte sabahladık. O bana, ben ona yazdıklarımızı okuduk.”

“Lüsyen Hanım’ın mezar taşı bile yok, ben yaptırmak istiyorum”“Çözemediğim konulardan biri de Hamid öldükten sonra Lüsyen’in İstanbul’da kalmaya devam etmesi. Hamid öldükten sonra Türkiye Lüsyen’i unutmuş gibi görünüyor. Müthiş bir kimsesizlik, cenazesinde kimse yok. Bir mezarı bile yok neredeyse. Lüsyen Hanım’ın mezarına kitap baskıya girdikten sonra gittim. İnanamadım. Sadece bir tümsek... Ne bir mezar yapılmış ne bir taş dikilmiş. Ben yaptırayım diye düşündüm. Bu kadınla iki yıldır birlikteyim ve ona bir gönül borcum var. Hamid’in mezarıyla onunkini karşılaştırınca bir kez daha gördüm ki, tarih kadınlara çok büyük haksızlık etmiş. O şiirlerin ne kadarı Hamid’e ait, ne kadarı Lüsyen’in katkısı, kimse bilemez.”

Lüsyen - Abdülhak Hamid Tarhan, Atatürk ve diğerleri...

O, Osmanlı döneminden başlayarak Türkiye Cumhuriyeti devri dahil edebiyat ve siyasi çevreye hitap etmiş, şair-i azam sıfatıyla ünlenmiş 60 yaşındaki Abdülhak Hamid Tarhan'ın gönlünü çelen, 19 yaşında genç bir kızdı... Sadece gönlünü çeldi demek haksızlık, koca imparatorluk Hamid'in önünde eğiliyor, Hamid ise yalnızca onu dinliyor. Şair-i Azam'ın arkasındaki isim Lüsyen ve yaşadıkları sarsıntıların belgelerle birebir gerçekleri dile getirildiği benzersiz bir eserdir Lüsyen...

Bu 60 yaşındaki adam için ailesini, Brüksel'i yani vatanını, 19 yıllık tüm yaşamını feda ederek Türkiye'de yaşamaya karar kılmış bir isim. Sonradan ama köklü bir Türk olarak devam ettiriyor hayatını. Hamid'in 60 yaşından sonraki hayatına dahil ediyor bizi bu  kitap. Hamid Lüsyen'le 25 yıl yaşıyor. Sonra 85 yaşında gözlerini yumuyor. Lüsyen, Hamid olmasa bile, hatıralarının yaşadığı İstanbul'u terk etmiyor. Onun yokluğunda, derbeder, yalnız, parasız, güneşsiz bir şekilde nefes almaya devam ediyor. Kader'in ona biçtiği ömür süresi 77 yıl oluyor. O zamana kadar işte böyle bir şekilde varlık gösteriyor.

Bir aşk romanı mı, evet. İçinde dolu dolu bir aşk var. Ama tipik bir aşk değil. İçinde yüzlerce engeli olan, olmaz böyle şey dedirten bir aşk bu. Zaman zaman babacığım-kızım ilişkisine dönüşüyor, çoğunlukla Lüsyen kendisinden 40 yaş büyük bu adamı bir anne gibi düşünüyor. Tüm huysuzlukları, geçimsizliği, kadın düşkünlüğüne boyun eğiyor. Onu öyle kabullenip, öyle seviyor...

Lüsyen'in hayatına bir Kont giriyor bir dönem. Hamid, onun kendisinden uzaklaşmasından o kadar korkuyor ki, kıskançlığını gizliyor büsbütün, diyor ki; bir baba olarak seni ben evlendireceğim. Onu, eşiyle beraber de olsa hayatında  istiyor...

Bu bir ayrılık olmuyor lakin... Lüsyen bu evliliğe yalnızca 1 yıl dayanabiliyor. Ardından herşeyi bırakıp yine kavuşuyor Hamid'ine.. Bunlardan çok daha fazlası var romanda...

Bir aşk romanı ama sadece aşk yok içinde. Bu olayların yaşandığı dönem, Türkiye için de çok kritik bir zamanı işaret etmekte. Yıl 1912 Balkan Savaşları, Lozan, Sevr, Kurtuluş Savaşı... Ve Mustafa Kemal Atatürk. Abdülhak Hamid Tarhan'ın, Atatürk ile tanışması, ziyaretleri, sohbetlerine yer veriliyor... Daha önce duyulmayan detaylar var bu kitapta. Bir dönüşüm hikayesinin tanıklarının gözünden anlatılıyor bu dönem.

Mektuplar, şiirler, edebiyat sohbetleri de ekleniyor öyküye. Unutulmuş kahramanlar saygıyla hatırlanıyor, tüyleri diken diken edercesine...