27 Ağustos 2011 Cumartesi

Hiçbir rastlantı rastlantı değildir!


Bir zamanlar sıklıkla uzun uzun sohbetler gerçekleştirdiğimiz, ama şimdilerde bazı nedenlerden dolayı birbirimize cümleler dahi kurmaktan imtina ettiğimiz bir arkadaşımın demirbaş sözlerinden biridir bu. Zamanında sık sık ‘tesadüf ve şans’ üzerine yorumlar yapardık. Ben, hayatta tesadüfün de şansın da varlık gösterdiğini ve iki kavram arasında büyük ayrımlar olduğunu diretirken o her iki kavramı da inkar etmek konusundaki ısrarına devam ederdi.

Geçenlerde önemli bir holdingin CEO’su ile gerçekleştirdiğim bir söyleşi esnasında tekrar duydum bu cümleyi. İçinde başka anlamlar yüklüydü, başka nedenlerden dolayı sarf edilmişti. Ama insanoğlunun tuhaf bilinçaltı oyunlarından birine maruz kalarak maziye doğru bir yolculuğa çıkmıştım bile bu cümle üzerine.

Mühendislikte giriş teoremiymiş bu cümle, CEO’nun söylediğine göre…

İçinde mühendis geçen bir cümle, bana hep somut, gerçek, net sözcüklerinin çağrışımını yaptığındandı herhalde, bir anda benimseyip boyun eğiverdim bu söyleme… Rastlantı benim için kurgusal, gerçekliğini yitirmiş bir anlama bürünüverdi birdenbire.

Rastlamak, denk gelmek, anlamlandıramadığımız hadiseleri elbette ki bir nedene bağlamış olmak için de ‘ne kadar büyük bir rastlantı’ deyiverir, şaşkınlığımızı böyle bir nida ile bağlamış oluveririz işte…

Yıllardır görmediğimiz bir insan neden çıkıverir birdenbire, koskoca dünyada karşımıza?

Hiç ummadık bir zamanda geçmişten gelen hiç ummadığımız bir anı neden canlanıverir düşüncemizde?

Binmemiz gereken bir otobüse yetişmeye çalışırken üzerimize kahve dökülüp yolumuzu değiştiriveririz ve o anda hayat eşinle karşılaşıverirsin parkta…

Ya da bir restoranda yanlışlıkla erkekler tuvaletine girersin ve sürprizJ sence bir tesadüf, bir rastlantı mıdır bu?

Ben ve sen…

Rastlantı olarak adlandırdığım (ız) ne de çok şey yaşamışızdır geçmişte…

İki gündür kafamın içinde bu cümle yankılanıp duruyor. Attığım her adım, yaptığım her hareket, öteki ‘ben’in bu söylemi kulağıma bağıra çağıra söylemesine neden oluyor.

Biliyoruz, ama bazen unutuyoruz. Bu hayat, o kadar devasa boyutta gizem unsuru taşıyor ki içinde, biz ancak çok küçük bir parçasını fark edebiliyoruz. Zaten çoğu zaman da bakmasını, görmesini bilemiyoruz, hissedemiyoruz, bize sunulan işaretlerin üzerine basıp, onları ezip geçiyoruz…

Sonra da pek çoğu nedensiz ve anlamsız olmak üzere isyan ediyoruz, küsüyoruz, üzülüyoruz…

Gerek yok. 

Sadece daha hisli yaşa, yaşadığının farkına vararak yaşa.

Karşına ‘rastlantı’ olarak nitelendirebileceğin bir şey çıktığında, ‘bunun bir rastlantı olmadığını’ ayrımsa… O rastlantının ilerleyen zaman dilimi içinde karşına çok daha farklı bir formatta çıkacağını unutma. Olaya bu açıyla bak…

Mutlu olmak istiyorsan, bunu mutlaka yap…

24 Ağustos 2011 Çarşamba

'Gerçek' denen şey gerçek midir?

Bir film geldi aklıma... 60'lı yılların kült filmidir. İsmi lazım değil. Adamın biri, hayatını fotoğraf çekerek kazanmaktadır. Döneminin de ünlülerindendir. Çevresinde birçok güzel kız vardır... Para, pul, şöhret... Neyse, bunlar önemli değil.

Bu adam, sağda solda fotoğraf çeker... Güzel olanı, gerçek olanı dondurarak karanlık odasına hapseder, sonra onlara birer kağıt parçasında tekrar hayat vererek bir nevi ölümsüz kılar. Derken birgün başına tuhaf birşey gelir...
Bu adam, yine böyle ölümsüzleştirecek kareler aramaktadır. Bol yeşillikli bir parkın ortasında, doğanın güzelliklerine kendi gözüyle yeniden can verme uğraşı içindedir gördüklerine. 'Gerçek'liklere...

Fotoğraflar karanlık odada hayat bulurken, adamın gözüne bir görüntü takılıverir. ağaçların arasında elindeki silahı bir adama doğrultmuş bir kadın görünmektedir.

Adam dehşete uğrar. Acaba yanılsama mı diye fotoğrafı büyütür, tekrar bakar. Olmadı büyüteç alır eline bir daha bakar, bir daha bakar. İnanılmaz, orada silahlı bir kadın durmakta...

Koşarak çıkar evden, olay mahaline, o parka gider ve bir iz arar cinayete dair. lakin bulamaz. Böyle birşey yaşanmamış gibidir...

Film bu olay üzerine kurgulu... Adam, filmin sonuna kadar farkında olmadan tanıklık ettiği cinayete dair ufacık da olsa bir iz bulmak için uğraşır durur. Uğraşır ama bulamaz...

Kafayı yeme noktasında hem adamın hem de izleyicinin kafasında 'gerçek' denen algının anlamı sorgulanır...

****

Yoksa siz de mi aynı sorgulama içine düştünüz?

Sizin de sizden başka kimsenin bilmediği, duymadığı, görmediği gerçekleriniz mi var?

Peki kimsenin bilmediği gerçek, gerçekten var mıdır?

Bilinmezlik gerçek midir? Yoksa gerçek olması için bilinmesi mi gerekir?

Peki siz çevrenizdekilerin sizi bildiği, tanıdığı kişi misiniz?
Yoksa çevrenizdekilerin tanıdığının aksine apayrı bir kişilik misiniz?

O halde siz gerçek misiniz?