27 Ekim 2010 Çarşamba

Bir Orhan Pamuk klasiği: Sessiz Ev




Bugün başladım okumaya... İlk sayfalardan itibaren iç karartıcı bir portre çiziliyor. Çoğunlukla karakterlerin kendi iç sesleriyle devam ediyor. Şimdilik iki karakterle tanıştık. Büyükanne ve yardımcısı. Büyükanne hasta, yaşlı ve yalnız bir konumda anlatılıyor. Tek başınalığın verdiği aşırı huysuz, müşkülpesent özellikleriyle geçinmesi hayli zor bir insan. Ona bakmakla görevli olan yardımcısı Remzi ise oldukça sabırlı bir görüntü sergilemekte. Cüce olduğu için çevresi tarafından dışlanmış ve sürekli alaya alınan bir insan olduğu için, Remzi de içe dönük bir yaşam sürdürmeye mahkum olmuş.

Görüldüğü üzere, buram buram bunalım kokan bir kitap daha var elimde.

İçimdeki yaraya jilet ata ata devam ediyorum okumaya...

26 Ekim 2010 Salı

You Don't Know Jack

Al Paçino yine muhteşemsin...
izlenmediyse şiddetle tavsiye ederim...

25 Ekim 2010 Pazartesi

'Kendinize güvenin'

Nobel ödüllü Orhan Pamuk, ABD’nin en saygın edebiyat ödüllerinden biri olan ‘Norman Mailer Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Ödülünü almak için sahneye çıkan Orhan Pamuk, 'genç yazarlara ne söylemek istersiniz' sorusu üzerine , "Genç yazarlara şunu söylemek isterim: Kendi bildikleri yolda giderlerse, içlerinden geldiği gibi yazarlarsa, benim şu aldığım Norman Mailer ödülü gösteriyor ki ileri yaşlarda yalnız Türkiye’de değil, dünyada da yaptıklarını görecek olan, ödüllendirecek olan pek çok kurum olacaktır. Genç yazarlara kendinize güvenin demek isterim” dedi.

Cevdet Bey'e veda ettik

Pazartesi'nin sendromu meşhurdur. Haftanın ilk iş günü olmasından tabii, her işbaşı yapan insan evladı bu psikolojiye kapılır. Ben kapılmıyorum. Çünki bugün çalışmıyorum... Pekçok insanın kabus olarak tabir ettiği bugün, benim tatil günüm...

Tatil gününde insan ne yapar? İnsanlar tatil günlerini farklı şekillerde değerlendirir. Ben de kendime göre farklı şekilde değerlendiriyorum. Mesela, dışarı çıkmıyorum, ev keyfini sürüyorum. Evdeki yarım kalmış işlerimi tamamlıyorum. Çamaşır yıkıyorum, ütü yapıyorum, odamı toparlıyor, gazete fazlalıklarından kurtuluyorum. En önemlisi de, yazma faaliyetini şöyle tadını çıkara çıkara, yayıla yayıla yerine getiriyorum.

Güneşli bir gün. Sıcaklık normal seyirlerde. Aklımda 'O adam'. Ama daha az işgal ediyor hayatımı. Darmadağınık olan kafamı da toparlamışım bir nebze de olsa. Gereksiz düşüncelerin bir kısmından kurtulmuşum...

Kitabı bitirmişim sabah. Cevdet Bey, çocukları ve torunlarına veda etmişim. Haftalardır elime yapışan 600 sayfalık kitaptan kurtulmuşum. Hafif bir hüzün ama yeni başlangıç adına mutluluk var bende. Orhan Pamuk'a biraz daha yakın hissediyorum kendimi. Bitti mi? Tabii ki bitmedi. Yeni Orhan Pamuk'la devam edeceğim yola. İkinci kitaba başlayacağım bu defa. Büyük ihtimalle gece yarısı 12'den sonra başlayacağım yeni kitaba. Bende bir ritüeldir bu durum. Bitirdiğim kitap ile yeni kitap arasında mutlaka bir gün geçmesi gerekir. Bugün bittiyse, yarın başlanır. Yarına da gece 12 itibarıyla başlandığı içindir ki bu tarihi belirledim ve açıkladım.


Peki Cevdet Bey nedir? Neden Cevdet Bey?

Gerek yazarı gerekse yazıldığı dönemi göz önüne alırsak, modern çizgilerde yazılmış, günümüz yaşam mücadelelerini konu alan bir kitap olarak düşünülecek bir kitaptır Cevdet Bey ve Oğulları. Lakin hiç de öyle değil. Orhan Pamuk, 15 yıllık ressam konumunu terk edip hayatını yazar olarak devam ettirme kararı aldığında, bütün okumaları, yazmaları, uğraşları ile kendisine bir Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yaşar Kemal, Reşat Nuri Güntekin modeli koymuş, eski romanların bıraktıkları tatları hissettirmek istemiş kitabında. Bir hikayemsi havada başlayan ilk sayfalar, daha sonra karakterlerin kendi iç sesleriyle konuşmalarına dönerek detayların tasvirlendiği bir durum romanına dönüşüvermiş. Benim gibi en son yazdıklarından başlayarak Orhan Pamuk okuyucusu olmuşsanız, kitapta yazarın kendi hikayesini anlattığını net bir şekilde anlayabilirsiniz. Kitapta sadece ailesi değil, takma bir isimle resim sanatıyla uğraşan kendisinin de yer aldığını görmekteyiz. 

Kitapta ne anlatılıyor, ne oluyor, ne bitiyor?

Eğer kitabı okumayı düşünüyorsanız ve konu ve olay örgüsünün sürpriz olarak kalmasını istiyorsanız, bu bölümü okumamanızı öneririm. Ha kitabı okumuş ve benim gözümden kitabın nasıl değerlendirildiğini görmek istiyorsanız ya da kitabı okuyup okumamak önemli diil sadece neler anlaltıldığı hakkında merakınızı giderme düşüncesindeyseniz buyrun Gülay'ın gözünden kitabın içeriğine bir göz atalım: 

Cevdet Bey ile başlayıp, ancak onun da ailesine göz atıldığı için bunu da sayarak aslında 4 kuşağın anlatıldığı kitap, üç bölümden oluşmakta. Enteresandır, birinci ve üçüncü bölümler sadece 1 günü anlatıyor. Tüm olaylar, olanlar bitenler ikinci bölümde yer alıyor. İlk günün anlatıldığı bölümde Cevdet Bey, hasta ağbisini ziyarete gidiyor, kendisine yarardan çok zararı dokunan ailesi ve akrabalarından uzaklaşarak evlenip yeni bir başlangıç yapmak istiyor. Nişantaşı'nda oturmayı hayal ediyor. Nişantaşı'nın hikayesini anlatıyor, orada bulduğu evi geziyor, evleneceği kızla nasıl bir hayat kuracağını düşünüyor...

Oldukça heyecanlı bir şekilde sayfalar okunadururken birden bire 'ikinci bölüm' ile burun buruna geliyoruz. Bayramda bütün ailenin masada bir arada olması ve kitaba giren yeni karakterlerin okurla tanıştırılması ile devam ediyor. Cümle aralarında sürekli tarih aksettiriliyor. Bu şekilde, kitaba başladığımız o ilk günün ardından tam 30 yılın geçtiğini anlıyoruz. Merakla, ilk bölümdeki karakterlerin ve bize anlatılan olayların nasıl geliştiğini ara ara ve merakla o an yaşananlar arasından çıkarmaya çalışıyoruz.  30 yıl. Cevdet Bey evlenmiş, şansı yaver gitmiş ve ticaret hayatında oldukça iyi yerlere gelmiş. İki oğlu, bir de küçük kızı var. Torunları dünyaya gelmiş. Çocukları yurtdışında okumuş, iyi birer işadamı olmuşlar. Son derece modern bir yaşamı sürdürmekteler.

Kitap hikayenin ötesinde bir nevi biyografik özellikler taşıması sebebiyle, olayların geçtiği tarihler de dikkate alınmış. Ülkenin karışık durumu, Atatürk'ün hastalığı gibi konular da zaman zaman anlatılmakta. Cevdet Bey, mutlu ailesi arasında ama aynı zamanda ailenin parçalanmaması adına mücadele verirken, kalbi strese dayanamaz ve aniden hayatını kaybeder. Aileyi bir arada tutma görevi Nigan Hanım'a devredilir. Bu oldukça zordur. Yeni sorunlar, aldatmalar, hayatın anlamını aramalar arasında gidip gelir olay örgüsü. Bir yerden sonra kitabın ana kahramanı, Cevdet Bey'in küçük oğlu Refik oluverir. Refik, en yakın arkadaşları Ömer ve Muhittin ile farklı düşünceleri paylaşmaktadır. Birbirleriyle sürekli çatışırlar, birbirlerini eleştirirler... Ama eninde sonunda yine de birbirlerinden medet umarlar. Refik, hayatın bir anlamını aramak üzere eşini, ailesini, işini terk eder. Kemah'a yakın arkadaşı Ömer'in yanına gider ve aylarca orada kalıp kitaplar okur, düşünür, kitap yazar ve bir amaçla, ülkesine hizmet etmek üzere geri döner. Ömer bir inşaat mühendisidir. Bir fatih olmak ister. Bir ara gönlü bir kıza kayar, onunla nişanlanır ama normal insan yaşamı onu boğar, sonunda onu terk eder, idealleri arasında boğulup çiftçilik yapmaya başlar. Muhittin ise şairdir. Hayali kitap yazıp ünlü olmaktır. 30 yaşına kadar ünlü olmazsa intihar edecektir. 30'undan önce kitabı yayınlanır. Ama kimse onu ve kitabını önemsemez. İntiharı düşünür, hayatı anlamlandırmaya çalışır, böyle düşünceler arasında boğulurken tesadüfen bir barda karşılaştığı adamın kendisine söyledikleriyle bambaşka bir yöne döner. Düşüncelerini, inançlarını, ilkelerini değiştirir. Siyasi dergilerde yazmaya, dergilerin kadrolarında yer almaya başlar. Genelinde bu üç adamın kendi hayatlarını sorgulamaları, yaşamı anlamlandırmaya çalımalarıyla geçer kitap. Artık sıkıcılığa doğru giderken pat diye bitiveririr ikinci bölüm de.

Ve üçüncü bölüm...

30 yıl sonrasına gidilir bu sefer. İkinci bölümün bitişinde Refik'in bir oğlu olacağı, isminin de Ahmet olmasını istediğini öğreniriz. Üçüncü bölüm, Ahmet'in ressam olarak kendi yalnızlığında ama derin yaşamında geçmektedir. Babaanne Nigan Hanım hastadır. Refik intihar etmiştir. Geçen 30 yıl içinde ne olup bittiği yine aralarda geçen diyaloglardan çıkarılır. Ahmet ve sevdiği kız, ona açılamaması anlatılır. Nigan Hanım'ın hafızası zayıflamıştır. Birçok şeyi hatırlamaz, sayıklar, bir hemşirenin nöbetinde hayatını sürdürür. Bu defa Ahmet'in iç seslerini ve monologlarını takip ederiz. Ahmet, bir zamanlar babası ve dedesinin yazmış olduğu günlükleri bulur. Onları okur. İlknur'a olan sevgisini düşünür, babaannesiyle ilgilenir. Kendi düşüncelerine dalmış vaziyette aşağı kata Nigan Hanım'ın yanına geldiğinde, o 1 günlük zaman diliminde hikayenin ana karakteri Nigan Hanım'ın yaşama veda ettiği son dakikaları hüzünle izleriz. Bir devir kapanır, bir kitap noktalanır böylece...

Kendimden ne buldum bu kitapta?

Aslında her güzel kitapta, kendimden birşey bulurum mutlaka. Bu kaçınılmaz ve çok raslanılan bir durumdur. Ama bu kitap gerçekten çok özel bir yere sahip benim hayatımda. Bir kere, çok bunaldığım ve yalnız kaldığım zamanda okuduğum bir kitaptır. İstanbul'dan Eskişehir'e giderken, dizlerimde sevdiğim adam uyurken elimde duran kitaptır. Ekim benim için değişik bir aydı. Çok fazla şeyi birarada yaşadım. Çok üzüldüm, çok ağladım, çok radikal kararlar aldım. Radikal kararlar almamı tetikleyen bir adamın kitabıdır. Kitap yazmak her zaman aklımda vardı. Ama bunu faaliyete geçirdiğim zamana denk geldi bu kitapla tanışmam. Hatta eşdeğer gitti, kendime birtakım notlar aldım nasıl bir kitap yazacağım konusunda.

En önemlisi de... Kitabın son bölümündeki Nigan Hanım, benim babaannemdi... Onun ölümünü izler gibi oldum. Onu yazmayı çok istemiştim. Hâlâ da çok istiyorum. O yüzden birtakım benzerlikler de olacak yazacağım kitapta. Ama elimde değil. Beni karanlıktan çıkaran, elimi tutup yaşamımı sürdüren iki insandan biridir babaannem. Onun sessiz ölümü gibi, benim babaannem de sessiz bir şekilde ölüyor. Belki son 24 saatini yaşıyor, belki biraz daha fazla belki daha az... Ama ölüyor. Onu kaybediyorum. Tutunduğum dal kırılmak üzere. Yere düşeceğim bu aşikar. Canım da acıyacak... Bunu bekliyorum.

Ya da kitaptaki Ahmet gibi, odama geçeceğim, balkona çıkacağım, sokaktaki arabaları, yoldan geçen insanları, çöp tenekesinde eşelenen kediyi izleyeceğim. İçimden "Hayat devam ediyor" diyeceğim.
  


    

Güneş doğdu!

Güneşi gördüm sevgili okur... Değişim başladı artık... Karanlığı ardımda bırakarak yürüyorum aydınlığa... Bundan sonra bambaşka olacak herşey. Valla. Daha enerjik heyecanlı. Bak yazılarda bile olacak, göreceksin kıpır kıpır olacak eğlence olacak, gülümseyişler olacak... Ohooo çok güzel olacak çok...
Bekle beni sevgili okur. Az kaldı.  :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

22 Ekim 2010 Cuma

İstanbul'u terk ediş: Uçağa giderken

Tükendiğini hissediyordu. Elindeki Cevdet Bey Ve Oğulları kitabına yoğunlaşıp dününü bugününü ve yarınını unutmaya çalışıyordu. Uykusuzluğun verdiği halsizlik hissini de ekleyince, yaşama isteğini büsbütün yitirmiş kızın durumu, yüzüne bakıldığında 3 saniye içinde anlaşılabilecek durumdaydı.

Sabiha Gökçen Havaalanı'na geldi. Uçağın kalkmasına bir buçuk saat vardı. Zaten alan da fazla kalabalık değildi. Durdu, cebinden sigarasını sakladığı çantayı çıkardı. Sevdiği'nin ona verdiği sigara paketinden bir tanesini aldı. Rüzgarın tüm engellemelerine rağmen çakmakla sigarayı yaktı. Sigarayı içine çekti. Hayır olmadı. Bir daha çekti. Bir daha denedi. Yarım yamalak hayatında yaktığı sigara bile tam ateş almamıştı. Hırsla bir kez daha denedi. Ve içmeye devam etti. Bir gün içinde hava 10 derece birden soğumuştu. Üşüdü. Siyah pardesüsüne daha bir sıkı sarıldı. Hâlâ üşüyordu, aldırmadı. İçmeyi sürdürdü. Telefon elinde, birisinin aramasını bekliyordu. Birisi aramıyordu.

Daha fazla üşümek istemedi. Kahvaltı etmemişti. Açlık hissetti, belki halsizliğime iyi gelir diye Burger King'e uğradı. En büyük boy menuden aldı. Çabucak doydu. En büyüğünü aldığına pişman oldu. 'Hayatım gibi ziyan oldu' dedi. Kalktı, havaalanının içinde dolandı. Sonra  bekleme salonuna geçti. Kitabını alıp okumaya çalıştı. Zaten çalmayan telefonunu kapattı. Uçağa giriş saatinin geldiğini görünce, kapıya yöneldi. Yerine geçti. Pegasus uçağıyla 9'uncu sırada, pencere kenarındaki A koltuğuna oturdu. O an, her zamanki gibi uçağın düşeceğini hayal etti. Düşüp öleceğini. Sonra bundan korkmadığını fark etti. Eskisi gibi korku hissetmiyordu. Arkasında bırakacaklarının ne hissedeceğini de düşünmüyordu. Gereksizdi artık, önemsizdi.

Uçak hareket etti. Ölüme gidiyorum şimdi diye düşündü. Öleceğim belki. Yorgunluğuna yenildi, uçağın yere doğru çakıldığını düşünerek uykuya daldı.... Gözlerini açtığında hostesin İzmir Adnan Menderes Havaalanı'na iniş yapıldığını bildiren anonsunu duydu.
"İşte geldik" dedi. Hatıralarla dolu bir şehri terk edip, bir başka hatıraların olduğu şehre geldik!...

21 Ekim 2010 Perşembe

Orhan Pamuk- cevdet bey ve oğulları...

Bir Orhan Pamuk'tur gidiyor. Son zamanlardaki en favorilerimden... Bana ilham veren isimlerden. İleride bir kitap çıkarma cüretini gösterirsem, bunda Orhan Pamuk ve yazdığı kitapların payı büyük olacak, söyleyeyim...

Tek bir görevin var senin:

O da bu hayatı devam ettirmek. Nasıl, ne şekilde, ne yaparak sürdüreceğin hayatını, senin seçimine kalmış. Ama devam edeceksin yolu yürümeye. Yok başka seçeneğin. Varlığının gereği budur senin!

20 Ekim 2010 Çarşamba

i chose to be happy... And i am happy...

Neden ölmek istedim?

Yalnızlıktan. Dünyada yapayalnız olduğun, 'dan' diye yüzüne çarpıldığı, tüm kapıların kapandığı, aradığın tüm insanların kendi keyfinde, kendi dünyalarında olduğunu görüp sana hiç mi hiç ihtiyaç duymadıklarını hissettiğin ve her birinin, bir bahane ile sana 'Sonra konuşalım mı' dedikleri ve senin, dımdızlak ortada kaldığın zaman...

İnsan böyle bir zamanda ölmek ister mi? İster...

Ekimin kötü bir ay olduğunu söylemiştim... Bir dolu tatsız anıların üstüste gelerek hayatımı daha da çekilmez hale getireceğini hissediyordum. Oldu da. Beklendiği gibiydi. Birbiri ardına darbe yiyip duruyorum her köşeden. Yara bere içinde vücudum. Depresyon, sinir krizleri, ağlama nöbetleri, uyku komaları, intihar düşünceleri, mutsuzluk ağrıları, ları ları ları...

Ve dayanılmaz raddeye gelip çıldırma noktasında yardım istercesine bir ses duymak istiyor insan telefonun diğer ucundan... Sevdiği adamı arıyor. Arkadaşlarıyla eğleniyor o adam. Fonda kahkahalar eşliğinde kimlerle oturduğunu, ne yaptıklarını anlatıyor sana. O noktada iyi eğlenceler, dilemekten başka bir seçeneği yok insanın. En 'seni anlayacağını' düşündüğün insan anlamıyor seni. Belli ki seni tamamen çıkarmış kendi yeni dünyasından. Yeni arkadaşlarıyla yeni bir hayat kuruyor. İhtiyacı yok sana. Eskiden dertleşirdiniz hiç olmazsa. Artık dertleşmiyorsunuz da. Kendisine başka dert ortağı, hayat arkadaşı bulmuş bu insan. Diğer arkadaşlar da uymuşlar, güzel bir grup oluşturmuşlar. Sen her halükarda dışlanmışsın zaten. Fazlalıksın onların eğlencesinde. Seni bir çağırma zahmetinde bile bulunmamışlar üstelik!

Okuldan bir arkadaşımı aradım sonra. Moralimin bozuk olduğu zamanlar telefonlaşır, güler şakalaşır, kendime gelirdim bir nebze de olsa. Çoğu zaman duymaz benim telefonumu. Ama iyi niyetli düşünerek derim ki, bilerek yapmaz, gerçekten de duymamıştır. Bazen döner geriye. Ama olur, bazen de unutur. Ben ararım tekrar. Sorun yok... Aradım, büyük bir umutla. Açtı. "Pınar'ın doğum günündeyiz, burası çok gürültülü, sonra konuşalım", dedi. "Tabi, olur," dedim. Dedim ama benim şu anda ihtiyacım var konuşmaya.

Sonra dedim ki, ailemi arayayım, onların sesini duyayım, biraz da olsa rahatlarım. Aradım. Halam çıktı telefona. "Dedeni yatırıyorum şimdi, sonra ara" dedi. Kapadım telefonu. Konuşmak istediğim hiç kimse müsait değildi işte. Herkes ayrı hayatlarında. Hayatımdaki insanların hayatında ne kadar da önemsizmişim oysa. İşte anladım. Bugün bunu anladım...

Yürüyorum, eve doğru geliyorum. Rüzgar vuruyor yüzüme. Ağlamak istiyorum. Bırakıp kendimi, yığılıp kalacağım yolun ortasında... Zorla geliyorum eve. Geldim. Konuşmaya mecalim yok. Göz kapaklarım zorlanıyor, tutamıyor gözyaşlarımı. Odama giriyorum hiçbirşey demeden. Odama girip, sessiz çığlıklar atıyorum. Sesimi duymasınlar istiyorum. Sinir krizi geçiriyorum. Annem mutfaktan yan tarafımdaki odaya doğru geçiyor. Beni duymuyor. Ağbime seslenerek 'bana biraz yardım eder misin?' diyor. Onlar da kendi başlarının çaresine bakıyor. Uzun zamandır mutsuz hayatımı, onlara yansıttığım ve mutsuzluğumun nedeni onlarmış gibi davrandığım için tabi, onlar da uzaklaşmışlar benden. Ben yokmuşum gibi devam edebiliyorlar hayatına.

Devam ediyorlar, ama ben devam edemiyorum yaşamıma. Ağır geliyor herşey, paylaşmaya ihtiyacım var, ama yok etrafımda hiç kimse. Çaresiz, sessiz sessiz ağlıyorum zavallı halime....

İşte ölmeyi en çok şuanda istiyorum. Çok ağlayan olmaz arkamdan nasıl olsa.

Çok iyi biriydi, Allah rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Ekim... Sonbahar - hayatımın sonbaharı -

Ekim'in birçok anlamı oldu benim için... Hatırlamak zorunda olduğum bir dolu anılar silsilesi yaşadım bu ayda. Yaşadım, hâlâ yaşıyorum. Nasıl geçtiğini anlayamadığım 5 gün. Bitişler, başlangıçlar... bitmek üzere olanlar. Havalar soğudu. Yazmaya başladım. Daha çok düşünmeye başladım. Ama yazmak için düşünüyorum bu sefer. Zaaflarımla mücadele ediyorum, yapmak zorunda olduklarımı yapıyorum. Ve vakit geçiyor...
Mevsimle o kadar paralel gidiyor ki hayatım... Mesela güneşi daha az görmeye başladı insanlar. Ben de öyle. Daha az gülüyorum. Üşüyorum... Yalnız hissediyorum. Daha karanlık görüyorum etrafı. Geleceği. Önümü...
Yeni başlangıç diyorum ya, hastalıklarımdan kurtulmam da gerekiyor önce. O güneş tekrar doğacak. Ama sonbahar, kışın habercisi. Önce sonbaharı, sonra kışı atlatmak gerek. Belki ondan sonra önümüzü görmeye başlarız da.. Belki.