20 Ekim 2010 Çarşamba

Neden ölmek istedim?

Yalnızlıktan. Dünyada yapayalnız olduğun, 'dan' diye yüzüne çarpıldığı, tüm kapıların kapandığı, aradığın tüm insanların kendi keyfinde, kendi dünyalarında olduğunu görüp sana hiç mi hiç ihtiyaç duymadıklarını hissettiğin ve her birinin, bir bahane ile sana 'Sonra konuşalım mı' dedikleri ve senin, dımdızlak ortada kaldığın zaman...

İnsan böyle bir zamanda ölmek ister mi? İster...

Ekimin kötü bir ay olduğunu söylemiştim... Bir dolu tatsız anıların üstüste gelerek hayatımı daha da çekilmez hale getireceğini hissediyordum. Oldu da. Beklendiği gibiydi. Birbiri ardına darbe yiyip duruyorum her köşeden. Yara bere içinde vücudum. Depresyon, sinir krizleri, ağlama nöbetleri, uyku komaları, intihar düşünceleri, mutsuzluk ağrıları, ları ları ları...

Ve dayanılmaz raddeye gelip çıldırma noktasında yardım istercesine bir ses duymak istiyor insan telefonun diğer ucundan... Sevdiği adamı arıyor. Arkadaşlarıyla eğleniyor o adam. Fonda kahkahalar eşliğinde kimlerle oturduğunu, ne yaptıklarını anlatıyor sana. O noktada iyi eğlenceler, dilemekten başka bir seçeneği yok insanın. En 'seni anlayacağını' düşündüğün insan anlamıyor seni. Belli ki seni tamamen çıkarmış kendi yeni dünyasından. Yeni arkadaşlarıyla yeni bir hayat kuruyor. İhtiyacı yok sana. Eskiden dertleşirdiniz hiç olmazsa. Artık dertleşmiyorsunuz da. Kendisine başka dert ortağı, hayat arkadaşı bulmuş bu insan. Diğer arkadaşlar da uymuşlar, güzel bir grup oluşturmuşlar. Sen her halükarda dışlanmışsın zaten. Fazlalıksın onların eğlencesinde. Seni bir çağırma zahmetinde bile bulunmamışlar üstelik!

Okuldan bir arkadaşımı aradım sonra. Moralimin bozuk olduğu zamanlar telefonlaşır, güler şakalaşır, kendime gelirdim bir nebze de olsa. Çoğu zaman duymaz benim telefonumu. Ama iyi niyetli düşünerek derim ki, bilerek yapmaz, gerçekten de duymamıştır. Bazen döner geriye. Ama olur, bazen de unutur. Ben ararım tekrar. Sorun yok... Aradım, büyük bir umutla. Açtı. "Pınar'ın doğum günündeyiz, burası çok gürültülü, sonra konuşalım", dedi. "Tabi, olur," dedim. Dedim ama benim şu anda ihtiyacım var konuşmaya.

Sonra dedim ki, ailemi arayayım, onların sesini duyayım, biraz da olsa rahatlarım. Aradım. Halam çıktı telefona. "Dedeni yatırıyorum şimdi, sonra ara" dedi. Kapadım telefonu. Konuşmak istediğim hiç kimse müsait değildi işte. Herkes ayrı hayatlarında. Hayatımdaki insanların hayatında ne kadar da önemsizmişim oysa. İşte anladım. Bugün bunu anladım...

Yürüyorum, eve doğru geliyorum. Rüzgar vuruyor yüzüme. Ağlamak istiyorum. Bırakıp kendimi, yığılıp kalacağım yolun ortasında... Zorla geliyorum eve. Geldim. Konuşmaya mecalim yok. Göz kapaklarım zorlanıyor, tutamıyor gözyaşlarımı. Odama giriyorum hiçbirşey demeden. Odama girip, sessiz çığlıklar atıyorum. Sesimi duymasınlar istiyorum. Sinir krizi geçiriyorum. Annem mutfaktan yan tarafımdaki odaya doğru geçiyor. Beni duymuyor. Ağbime seslenerek 'bana biraz yardım eder misin?' diyor. Onlar da kendi başlarının çaresine bakıyor. Uzun zamandır mutsuz hayatımı, onlara yansıttığım ve mutsuzluğumun nedeni onlarmış gibi davrandığım için tabi, onlar da uzaklaşmışlar benden. Ben yokmuşum gibi devam edebiliyorlar hayatına.

Devam ediyorlar, ama ben devam edemiyorum yaşamıma. Ağır geliyor herşey, paylaşmaya ihtiyacım var, ama yok etrafımda hiç kimse. Çaresiz, sessiz sessiz ağlıyorum zavallı halime....

İşte ölmeyi en çok şuanda istiyorum. Çok ağlayan olmaz arkamdan nasıl olsa.

Çok iyi biriydi, Allah rahmet eylesin. Ruhuna Fatiha...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder