18 Ekim 2011 Salı

yağmur bu sözcükleri getirdi bu gece hayatıma

Belleğimde donup kalmış fotoğraf kareleriyle geçmiş ve şimdi arasında dolaşırken, hayatıma dahil olan yeni yüzleri tedirgin bir bakış içerisinde kabullenmeye çalışıyorum. Yeniyi her zaman olduğu gibi önyargıyla karşılıyorum. Ve daha önceki zamanlarda olduğu gibi, giden birinin yerini birkaç kişiyle doldurmaya çalışıyorum.
Güne yazların sıcak güneşiyle uyandığım umutlu uyanışlarım geride kaldı. Şimdilerde yine umut var ama yağmurlu, karanlık sabahlarda, karamsar hafif de hüzün kokan ‘umut kırıntıları’ barındırıyorum. Gidenleri daha çok hatırlatıyor bu hava. Ama ‘Her şeye rağmen devam, yürümek zorundasın’ diye mırıldanıyor bana yağmur damlaları.
Sevdiklerim çok çok uzaklarımda. Kimi sevenlerim… Belki de yok denecek kadar uzakta. Yalnızlığıma bir dost arıyorum okuduğum kitaplarda. Ya da makinamla, çektiğim fotoğraflarda.
Buna şükür, demeye korkuyorum, elimde kalan güzellikler de kayıp gidiverecek gibi duruyor avucumda. Gidişlere ağlıyorum. Ama içimden. Dayanamam dediğim acıları yaşayanlara teselli olmamak da koyuyor adama.
Üzülüyorum. Üzüyorum da. İstemiyorum ama kabulleniyorum sonra. Ya kırılacak, ya kıracaksın. İçim acıyor, başka çare bulamıyorum. Ufak mutluluklar gelip geçiyor önümden. Belki bir süre mola veriyor yanı başımda. Eğleniyor, gülüyoruz. Sonra o öldürücü sessizliğin gölgesi düşüp kalıyor gözlerimizin perçeminde. Karanlıkta aydınlanan ampuller gibi yapay bir ışıkla önümüzü görmeye çalışıyor, topallayıp devam ediyoruz yolumuza…

12 Ekim 2011 Çarşamba

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Hiçbir rastlantı rastlantı değildir!


Bir zamanlar sıklıkla uzun uzun sohbetler gerçekleştirdiğimiz, ama şimdilerde bazı nedenlerden dolayı birbirimize cümleler dahi kurmaktan imtina ettiğimiz bir arkadaşımın demirbaş sözlerinden biridir bu. Zamanında sık sık ‘tesadüf ve şans’ üzerine yorumlar yapardık. Ben, hayatta tesadüfün de şansın da varlık gösterdiğini ve iki kavram arasında büyük ayrımlar olduğunu diretirken o her iki kavramı da inkar etmek konusundaki ısrarına devam ederdi.

Geçenlerde önemli bir holdingin CEO’su ile gerçekleştirdiğim bir söyleşi esnasında tekrar duydum bu cümleyi. İçinde başka anlamlar yüklüydü, başka nedenlerden dolayı sarf edilmişti. Ama insanoğlunun tuhaf bilinçaltı oyunlarından birine maruz kalarak maziye doğru bir yolculuğa çıkmıştım bile bu cümle üzerine.

Mühendislikte giriş teoremiymiş bu cümle, CEO’nun söylediğine göre…

İçinde mühendis geçen bir cümle, bana hep somut, gerçek, net sözcüklerinin çağrışımını yaptığındandı herhalde, bir anda benimseyip boyun eğiverdim bu söyleme… Rastlantı benim için kurgusal, gerçekliğini yitirmiş bir anlama bürünüverdi birdenbire.

Rastlamak, denk gelmek, anlamlandıramadığımız hadiseleri elbette ki bir nedene bağlamış olmak için de ‘ne kadar büyük bir rastlantı’ deyiverir, şaşkınlığımızı böyle bir nida ile bağlamış oluveririz işte…

Yıllardır görmediğimiz bir insan neden çıkıverir birdenbire, koskoca dünyada karşımıza?

Hiç ummadık bir zamanda geçmişten gelen hiç ummadığımız bir anı neden canlanıverir düşüncemizde?

Binmemiz gereken bir otobüse yetişmeye çalışırken üzerimize kahve dökülüp yolumuzu değiştiriveririz ve o anda hayat eşinle karşılaşıverirsin parkta…

Ya da bir restoranda yanlışlıkla erkekler tuvaletine girersin ve sürprizJ sence bir tesadüf, bir rastlantı mıdır bu?

Ben ve sen…

Rastlantı olarak adlandırdığım (ız) ne de çok şey yaşamışızdır geçmişte…

İki gündür kafamın içinde bu cümle yankılanıp duruyor. Attığım her adım, yaptığım her hareket, öteki ‘ben’in bu söylemi kulağıma bağıra çağıra söylemesine neden oluyor.

Biliyoruz, ama bazen unutuyoruz. Bu hayat, o kadar devasa boyutta gizem unsuru taşıyor ki içinde, biz ancak çok küçük bir parçasını fark edebiliyoruz. Zaten çoğu zaman da bakmasını, görmesini bilemiyoruz, hissedemiyoruz, bize sunulan işaretlerin üzerine basıp, onları ezip geçiyoruz…

Sonra da pek çoğu nedensiz ve anlamsız olmak üzere isyan ediyoruz, küsüyoruz, üzülüyoruz…

Gerek yok. 

Sadece daha hisli yaşa, yaşadığının farkına vararak yaşa.

Karşına ‘rastlantı’ olarak nitelendirebileceğin bir şey çıktığında, ‘bunun bir rastlantı olmadığını’ ayrımsa… O rastlantının ilerleyen zaman dilimi içinde karşına çok daha farklı bir formatta çıkacağını unutma. Olaya bu açıyla bak…

Mutlu olmak istiyorsan, bunu mutlaka yap…

24 Ağustos 2011 Çarşamba

'Gerçek' denen şey gerçek midir?

Bir film geldi aklıma... 60'lı yılların kült filmidir. İsmi lazım değil. Adamın biri, hayatını fotoğraf çekerek kazanmaktadır. Döneminin de ünlülerindendir. Çevresinde birçok güzel kız vardır... Para, pul, şöhret... Neyse, bunlar önemli değil.

Bu adam, sağda solda fotoğraf çeker... Güzel olanı, gerçek olanı dondurarak karanlık odasına hapseder, sonra onlara birer kağıt parçasında tekrar hayat vererek bir nevi ölümsüz kılar. Derken birgün başına tuhaf birşey gelir...
Bu adam, yine böyle ölümsüzleştirecek kareler aramaktadır. Bol yeşillikli bir parkın ortasında, doğanın güzelliklerine kendi gözüyle yeniden can verme uğraşı içindedir gördüklerine. 'Gerçek'liklere...

Fotoğraflar karanlık odada hayat bulurken, adamın gözüne bir görüntü takılıverir. ağaçların arasında elindeki silahı bir adama doğrultmuş bir kadın görünmektedir.

Adam dehşete uğrar. Acaba yanılsama mı diye fotoğrafı büyütür, tekrar bakar. Olmadı büyüteç alır eline bir daha bakar, bir daha bakar. İnanılmaz, orada silahlı bir kadın durmakta...

Koşarak çıkar evden, olay mahaline, o parka gider ve bir iz arar cinayete dair. lakin bulamaz. Böyle birşey yaşanmamış gibidir...

Film bu olay üzerine kurgulu... Adam, filmin sonuna kadar farkında olmadan tanıklık ettiği cinayete dair ufacık da olsa bir iz bulmak için uğraşır durur. Uğraşır ama bulamaz...

Kafayı yeme noktasında hem adamın hem de izleyicinin kafasında 'gerçek' denen algının anlamı sorgulanır...

****

Yoksa siz de mi aynı sorgulama içine düştünüz?

Sizin de sizden başka kimsenin bilmediği, duymadığı, görmediği gerçekleriniz mi var?

Peki kimsenin bilmediği gerçek, gerçekten var mıdır?

Bilinmezlik gerçek midir? Yoksa gerçek olması için bilinmesi mi gerekir?

Peki siz çevrenizdekilerin sizi bildiği, tanıdığı kişi misiniz?
Yoksa çevrenizdekilerin tanıdığının aksine apayrı bir kişilik misiniz?

O halde siz gerçek misiniz?


7 Haziran 2011 Salı

Her İnsan Öldürür Sevdiğini

Her insan öldürür gene de
sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!

Kimisi aşkını gençlikte
öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle
boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.

Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür
sevdiğini,
Gene de ölmez insan.

Oscar Wilde

4 Haziran 2011 Cumartesi

gezmek, seyahat etmek, görmek, tanımak, yazmak yazma

Hayat felsefemi bu öğeler üzerine temellendirmeye karar verdim. Ortam sakin, yalnızım, yalnız bir hayat kurmaya çalışıyorum. Ama mutluyum. Yalnız olduğum için kendime karşı daha bir sorumluyum. Ama mutluyum. Her şeye rağmen her şey güzel olacak.

6 Mayıs 2011 Cuma

Sevmek ve mutsuzluk

Mutsuzluğu da sevmek gerekir.  Mutsuzluk, gerçekle yüzleşmek demektir. Her yüzleşmede ayrı bir darbe yersin. Şaşkına dönersin, ama mutsuzluk öğrenmek, olgunlaşmak, büyümek demektir. O yüzden mutsuzlukla da barışmak çok önemli bir meseledir. Mutsuzluk bazen bir neden bazen de bir sonuç göstergesidir. Neden durumlarında, kaçmak en sık başvurulan davranış biçimidir. Mutsuzluk bir sonuçsa, kaçmak gibi bir yolun yoktur. Çünkü o an, dört duvar arasında yapayalnız bir halde kalakalmışsındır.

Mutsuzluk, ağlamak, çıldırmak, uyuyamamak, uyanamamak, yiyememek ya da yemeden veya içmeden, içemeden duramamaktır… Öfke, halsizlik, isteksizlik, depresyon içinde, geceleri gündüz olamaması, gündüzleri akşamın bir türlü gelememesi hali yaşanır.

Boşluğa bakar durursun, kıpırdamadan, gözünü kırpmadan, konuşmadan…

Mutsuzluk için kötü bir şey denir.  Aslında kötü iyidir… Kötüden kaçmak değil, onu anlamak, onunla yaşamak gerekir…

Ben mutsuzluğun nedenini de sonucunu da severim. Sonuçta, zaten yalnızlık  halindeyimdir. Ki, bu benim için rahatsızlık verici bir unsur değildir. Mutsuzluk nedeni ise…

Sevdiğin için mutsuzsundur aslında. Sevdiklerin için. O sevdiklerini, onlar seni seviyor diye mi seversin? O zaman sen bir karşılığını almak için seviyorsundur. O zaman da zaten gerçek sevgi yoktur.

Ben mutsuz bir insanım. Çünkü deli gibi seviyorum. Sevdiklerimin beni sevip sevmemesi umrumda değil. Ben sevdiklerimden bir karşılık istemiyorum. Evet mutsuzum, ama ben mutsuzluğumu da sevdiğimle yaşamak istiyorum. Yalnızlığımı da, gözyaşımı da… Ben yaşamımın bir parçası olan sevdiğime olan görevimi sonuna kadar yerine getiriyorum. Onu hayatım elverdiğince, sonu gelene kadar, sevginin son damlasına kadar seviyorum…

Seni seviyorum,

8 Mayıs… Mutlu olman için mutsuzlukta yaşamam gerekse bile, Seni çok seviyorum…



26 Nisan 2011 Salı

Yok bu yazının başlığı

Bisiklete binip, pedalı çevirmeye çalışıp sonra düşmekten mi ibaret acaba hayat? Sonra tekrar deneyip tekrar düşmek, bir daha deneyip bir daha düşmek… Bir şeyleri anlamlandırma çabasına girdim de bugünlerde… Uyumsuzluklar içinde, çıldırma noktasına geliyor, sonra da bisikletten düşüyorum. Nedense bisiklet sürmeyi bir türlü öğrenemeyeceğimi sanıyorum.

İstanbul’un Edirne sınırına yakın bir semtinde, apartmanlar silsilesinin arasında bir yerlerde, penceremden dışarıdaki karanlığı izlerken düşünüyorum bu yazdıklarımı. Benim burada ne işim var gibilerinden yaşıyorum zaman denen o kavramı. Zaman, dengesiz, bencil, duyarsız, uyumsuz, acımasız kavram. İşine geleni unutur, istendiğinde geçmek bilmez, istenmediğinde su gibi gider. Bazen silip süpürür ne varsa önünde yutar gider. Bir bakarsın olmadık bir anda, olmadık şeyleri getirip gözünün önüne bırakıverir. Bazen de ne geçsin ne geçmesin, hangisi iyidir, hangisi kötü bilemezsin…

Sanırım işte bu noktada cebelleşiyorum zamanla. Bir arkama bakıyorum, bir önüme. O kadar yığın oluşmuş ki etrafımda, bilmiyorum neyi seçip neyi eleyeceğimi. Düzene sokayım, yok o da olmuyor. Oturmuş ağlıyorum şaşkınlık ve ne yapacağını bilmez bir halde.

Zaman… Nedir benimle alıp veremediğin?

**

Yirmi yıl önceyi düşündüm… Annem ve babamın birbirlerine düşmanken yaşadıklarımı… O zamanlar her akşam ağlar, dua ederdim bu durumdan kurtulmak için. Hayat çok zordu. Kendimi kitaplara vermiştim. Yatağıma uzanıp bütün günümü kitap okumakla geçirirdim. Böylece gerçek hayattan kopup, kitabın bana sunduğu hayaller alemine dalıp giderdim…
Hayat zordu. Ama şimdi de zor. Hiç bilemezdim bugünlere gelip bunları yaşayacağımı. Daha özgür olacağımı düşünürdüm. Yurtdışında dünyayı gezerken görürdüm kendimi. Şimdiyse, başka bir boyutta, çok daha ağır sorunlarla yüzleşmek mecburiyetindeyim. Şimdilerde yine kitaplara verdim kendimi. Kitaplara ihtiyacım var bu cehennemden kurtarıp hayallerin içine alması için beni… Gidesim var. Gidemiyorum. Gidemiyorum ama kalamıyorum da. Düşünmeyeyim diyorum. Olmuyor. Silip atayım bu beyni ve içindekileri… Yok, yok hiçbir şeyin çaresi…

Bu hayat beni hiç sevmedi….


29 Ocak 2011 Cumartesi

Eşsiz güzelliğiyle büyüleyen 'o yazar'la tanışma...

2011 yılının soğuk bir Ocak günü... Mevsimlerle inatlaşan hava, tam da o gün, yönünü kışa döndü. Yağmur, fırtına ve kar kokusu yüklü bir ortamda, bütün gece heyecandan uyuyamamış bir kız koşarak evden çıkmakta... Heyecanı, hayatının dönüm noktasını oluşturan bi buluşmadan kaynaklanmakta. Yıllarca kitaplarını okuduğu, kendine model olarak gördüğü ünlü bir yazar, röportaj teklifini kabul etmiş saat 10 buçukta kendisini hem de evinde beklemekte...

Nasıl heyecanlı olmasın bu kız. İlk defa bir yazarla buluşup, onunla sohbet edecek, evine gidecek. Bir daha böyle bir fırsat geçer mi eline, belirsiz. Sorular eksiksiz olmalı. Ne sorulması gerekiyorsa hepsini not almalı... Yazarın karşısına hazırlıklı çıkmalı...

O yağmurlu sabahta, heyecandan uyuyamamış ve ağzına bir lokma koyamamış o kız, koşarak Cevahir'e ulaşmaya çalışmakta. Aksilik bu ya, şemsiyesini unutmuştur. Saçlar tel tel dağılmıştır... Fotoğrafçıyı beklerken randevu saatini kaçırmak üzeredir. Üstelik yazarın telefonda tarif ettiği evi bulup bulamayacağı konusunda da tereddütlüdür.

Şans yine de o kızdan yanadır... Karşısına çıkan tüm aksiliklere rağmen, muhteşem buluşma gerçekleşmiştir. Kız, çoğu zaman yazarın güzelliği ve mükemmelliği karşısında donup kalsa da çok keyifli bir sohbet ortamı yaşanmıştır.

Ve o tarih, o buluşma, o fotoğraf, genç kızın ömrü boyunca unutamayacağı anılarının en üst sıralarında, hep hatırlanacaktır...

9 Ocak 2011 Pazar

'Hoşçakal' güzel bir sözcük değil

Hüzün getirir, üzüntü keder, karamsarlık, acı, melankoli...
Gözyaşı, mutsuzluk,
nedenler, sorgulamalar, depresyon, travma, yara, 
baş ağrısı, solgunluk, boşunalık, anlamsızlık, 
beklentilerin sonu,
veda....,
dalgınlık, haykırış, çeresizlik, bunalım, uçurum, koma,
intihar...
isyan, karanlık, umutsuzluk,
ÖLÜM
hayal kırıklığı, kayboluş, yok oluş,
yalnızlık
öfke, kriz
SESSİZLİK getirir
HOŞÇAKAL güzel bir sözcük değildir!
Kullanırken, sonuçlarına katlanmak gerekir...

3 Ocak 2011 Pazartesi

Rüya hırsızı


Bu anlatacaklarımı çok yakın bir arkadaşımdan dinledim.

Kendisi, herkeste bulunmayan birtakım özelliklere sahip. Bazı yetenekleri var. Doğaüstü demeyelim de, aslında ‘keşke böyle bir gücüm olsa’ denilebilecek tarzda, insanların düşüncelerini okumak. Hayır okumak da değil, rüyalarını yaşamak gibi bir şey. Biraz karışık. Çok sevdiği birisine yoğunlaştığı takdirde, geceleri onun rüyalarına girip, gerçek olmayan bir hayatta onunla yaşayabiliyor.

Hadi canım, demeyin. Bizzat yaşadım o dinlediklerimi. İnsan kendisini anlayabilip onunla düzgün iletişim kurduğu takdirde, içindeki bu özel yetenekleri keşfedebiliyor. Bunun için fazlasıyla sessiz kalmak, bol bol düşüncelere dalmak, ama bu düşünceler esnasında BAŞKA BİRİNİ değil, yalnızca kendisini düşünüp, ruhuna seslenebilmek gerekiyor.

Deli dolu görünüp de benliğini çok derinlere saklayabilen bu arkadaşım, çoğu zaman bilinen vatanından kopup başka ülkelere kaçar çalışmak bahanesiyle. Tüm sevdiği, bildiği, tanıdığı insanlardan milyarlarca kilometre uzaklıkta, etrafında yalnızca dağları, gökyüzünü görebildiği yerlerde yaşar. Burada bol bol kendisiyle kalıp bir nevi inzivaya çekilir.

Çok sonraları laf arasında bahsetmişti bana. “İnsan en çok sevdiklerinin canını acıtır. Ben bu tarz yaşamayı, sevdiklerimin kalbini kırmamak için seçtim” demişti.  “Ama uzak kalınca da acı çekiyorsun. Onu düşünmeden edemiyor, sesini duymak,  yüzünü görmek istiyorsun. Gülüşünü özlüyorsun, her şeyini özlüyorsun işte.”

Buna bir çare bulmak gerektiğini biliyor, bunun üzerine kafa yormayı sürdürüyormuş yine böyle düşüncelere daldığı zamanlarda. Sonra bir anda bir ampul yanmış kafasında.

Devamını, onun ağzından veriyorum:

“Keşke bu dünyada değil de, başka bir boyutta yaşayabilsek onunla diye düşünüyordum. Sonra gerçek hayata dönsek, ve hayatımıza kaldığımız yerden devam etsek… O sırada, birden televizyondaki sese gitti kulağım. National Geographic kanalında, ilginç bir belgesel film gösteriliyordu. Konusu ‘rüya’ idi. Rüyanın nasıl görüldüğü, neden oluştuğu, gerçek yaşamla bağlantısı gibi şeyler.
Dedik ki, şimdi gözlerimi kapasam, onun rüyalarına dalsam, rüyada onunla konuşsam. Her şey doğal, gizlenme yok. Neysek oyuz orada. Bunları bilsem…”

Ben imkansız diye bir şey tanımıyorum bu hayatta. Buna inanıyorum. Eğer isterse, yoğunlaşırsa, her şeyi yapabilir insan hayatta. Sadece kendi engelleri vardır. O engelleri kaldırıp kendisiyle baş başa kalması gerekir.
Şimdi, birini çok seviyorsam, onun üzerine yoğunlaşarak, rüyasının içine girip onunla konuşabiliyorum. Söylemek istediklerimi söylüyor, öğrenmek istediklerimi duyuyorum. Onunla başka bir boyutta yaşamayı öğrendim. Mutluluğumu rüyalarımda yaşıyor, uyandığımda da gerçek dünyanın gereklerini yerine getiriyorum.”

O yüzden bu arkadaşımın uykuyla arası çok iyidir. Mutluluğu yakalayabildiği, sevdikleriyle beraber olabildiği tek yer geceler ve rüyalardır. Boşuna demiyorlar ‘tatlı rüyalar’ diye.

Bu hayatta mutlu olamamışlara, rüyalarda mutluluklar diliyorum.

Uzaklardaki sevdiklerime selamlar.




  

1 Ocak 2011 Cumartesi

Andrea Guerra - La Finestra di Fronte



Sadece dinlenesi... Huzur verici bir akustik...
2010 benim için unutamayacağım güzellikleri yaşadığım bir yıldı
Dilerim 2011 daha güzel bir yıl olur hepimiz için
Sevdiklerimizle, onlardan hiç ayrılmamacasına birlikte olmak dileğiyle....
Hoşgeldin 2011